Cuma

(:...Fabrika Ayarlarına Geri Dönüş... :)

hu huummm...
Geri geldim...
1 günde 2 yazı...
Ama aşacağım... valla hissediyorum!
Vidalarımın gevşemeye başladığını hissettiğim andan itibaren oluyor bu,
yağıyor beynimdekiler...

-Yaz beni.!! Yaz beni..!!
-Beni de aaaat!! Beni de at artııık!!
-Tamam.! Tamam... Sakin...

Ne mutlu ne mutsuzum açıkçası bu aralar... Hani zaten mutluluk diye bir kavramın olduğuna inanmıyorum, sadece kötü hissetmediğimiz zamanlar var... Kötü hissetmiyorum ama bulutlarda da gezinmiyorum...

Allah baba kimseye can sıkıntısı vermesin, ona buna salça olasım var şeytan diyor git dalaş, kudurt sonra ortadan kaybol yada hiç birşey olmamış gibi konuş daha da kudursunlar.

Ama en çok böyle kör kör aşık olayım, ciyak ciyak kavga edelim sonra da mırr mırr mırnav barışalım istiyorum... Neremde ne eksik anlamadım ki ben!

Neyse hadi aşık olana kadar en büyük düşmanlarım olan erkeklere dalaşalım,
acaba onlar da ne eksik??

Düşünüyorumm...

Erkek kısmında ucundan azıcık zeka, espri anlayışı, kadına adam gibi davranma teknikleri eksik! Bunu defalarca söyledim! Söyledim ama yazmadım hani üstüme saldırmasınlar diye ama saldırsınlar tamam, kabul.
Uyuz olun bana, ben size fena halde oluyorum bu aralar..!!
Şu kadına adam gibi davranmanın altını çize çize bir hal oldum.
Çok birşey istemiyor sizden kadınlar!
Sadece algı sisteminiz yanlış çalıştığından ters yerden alıyorsunuz söylenmek isteneni... Bilginiz olsun diye söyledim, bir ara detaylı konuşuruz..

Hadi şu davranış konusunun altını çizdik, anlattık, söyledik de ne umduk?
Umduk da ne bulduk?
İyi de bu işler tek taraflı değil. Kendimizi haklı bula bula birçok kadın,
yalnızız günün sonunda...
(Benim bu kafiyelere doyamama halim ne olacak acaba? Şekspir misin mübarek!!)

Üzgünüm ama biz 2009 model kadınlar sütten çıkmış ak kaşık değiliz.
Bu dünyada sadece erkek kısmının ayarları bozulmadı herhalde.
Peki bizde ne eksik? Sıkıyorsa onu çiziktirmeli...
Erkek kısmısına batırıcaktım az ama düşününce bize daha çok kızıyorum bazen..!
Ne mi yaptık? Neyi mi kaybettik? Bak anlatayım az buçuk...
Çok lazımmış gibi kadınlığın kodlarını değiştirdik biz, hani eşit olacaktık ya, güçlü olup tek başına ayakta duracaktık falan fistan... ııııh...
Bana gelmiyor, sıkıldım...

Ha pardon! konumuza dönüyorum... Ne mi yaptık?!

Bi kere kız evi naz evi konumundan çıktık.
Zaten bu saatten sonra nazlansak da bu numarayı yutan, bizi elde etmek için savaşacak erkeği bulamıyoruz.
Sebep? Diğer kadınlar...
Sen yoksan, çantada keklik bir sürü kadın var.Eh bu durumda fark yaratamaz olduk!
Malum ilişkilerde 3-G dönemindeyiz. Her şey anında cebinde!.
Halbuki ilk insanlardan bu yana, erkek her zaman avcı, kadın ise avdı.
Şimdi bir bak etrafına... Kim avcı?

Erkekten beklentisi olan, sırtını ona yaslamak isteyen, korunmaya,
bakılmaya muhtaç kadınlar mıyız?
Yoksa dünya yansa umurunda olmayan, her işimi kendim görürüm evelallah diyen güçlü kadınlar mıyız?
Karar veremedik... E adamlar bize nasıl davranacaklarını şaşırdılar.
İyi adamların canını acıtıyoruz, öküzün önde gideninin arkasından ağlıyoruz.
Onların bizi değil, bizim kendimizi anlamaya ihtiyacımız var.!
Ne istiyoruz biz...? Sen söyle... Sonra onlara anlatması daha kolay oluyor bak...

Valla ya...!

Peki nazını geçtim de neden dengesiz davranıyorsun?
Rest dediğin bir kere çekilir. Bir adamdan hem ayrılıp hem de her yerde karşısına çıkılmaz. Telefonlarına cevap vermez, seni görmesine müsade etmez, sürüm sürüm sürünmesini bekler sonra düşünürsün.. Ama hem masaya elini vurup hem her yerde karşısına çıkarsan, mesaj ve telefonlarına cevap verir, o atmazsa yada aramazsa sen ararsan, olan her ne ise pek de önemli değilmiş gibi davranırsan o zaman restinin ne kıymeti kaldı. Kararlı olmayı öğrenemedik!!
Hele gururlu olmayı... Komple kaybettik...

Bir de tepki vermeyi öğrenemedik heralde!
Sana üçüncü sınıf kadın muamelesi yapan, yedek oyuncu diye bekleten,
"sen nasıl olsa ceptesin" diye düşündüğünü senin gözünün içine içine sokan, işine gelince arayan, haftalarca ortadan kaybolan günümüz ıssız adam tripli, ergenlikten çıkamamış modellerine sen niçin gülücükler dağıtıyorsun? Ey takmam kafama tokadan başka bir şey diyen güçlü hatun!!

Sonra komplekse gir, kuaförden çıkma, hırsından delir, oraya buraya dalaş, çivi çiviyi söker derken çiviyi iğneyle sökmeye kalk her tarafın yara bere içinde kalsın!! İyice dibe vur!!.... v.s....

Hayat pek hoş gözükmüyor tabii... Haklısın... Ama kendin yaptın... Yaptık!

Halbuki hepimiz istemiyor muyuz karşılıklı bir aşk yaşamayı?
Gerçek birini? Gerçek birşeyleri?
Hepimiz gerçekten yürekten bir elele tutuşmaya tav olmaz, kendimizi bırakmaz, güven hissi veren, sarıp sarmalayan birine sığınmaz mıyız sence?
Bence sığınırız....

O zaman artık özümüze dönme zamanı gelmedi mi?
Biz oyunlar, taktikler ve taklitler yarattıkça onlarda başka başka stratejiler belirliyor ve ona göre ilerliyorlar...
Bu yüzden mutsuzuz, bu yüzden yalnızız...
İki cins içinde geçerli...
Hepimiz gerçek aşkı arıyoruz ama bir türlü kendimiz olamıyoruz...
Halbuki özümüze dönsek, şu kodlarla oynamayı bıraksak, kadın "kadın!", erkek "erkek!" olsa, yerini bilse, işte o zaman o 70'lerin aşk filmlerini izleyip de "ah keşke bu zaman da yaşasaydık, baksana ne kadar güzelmiş..." diyen iç geçirmelerimiz eminim son bulacaktır...

Dilerim bulursun...
Dilerim bulurum... ;)

Mezarlıklar Vazgeçilmez Adamlarla Doludur... :)

Her birimiz kendimizi bunca önemserken toprak yavaş yavaş kayıyor ayağımızın altından sanırım... Kendimize bakmaktan fırsat bulamıyoruz “aslında neler oluyor...”

Ve en çok bu yüzden zor oluyor “durmak”... Hazımsızlık kötü şeydir...

Birşeyler değişmeli değil mi?
Mesela,
Aşk acısı yüzünden karşı tarafın halkasında kaybolmamalı erkekler ve kadınlar...

Bir tek kendi kapısının önünü süpüren, sadece kendi çocuğunu kayıran anneler de değişmeli artık.

Kediye köpeğe tekme atanın durması; bir elin, sigortasız çocuk işçileri ölüm saçan atölyelerden çekip çıkarması gerek.

Evi olmayana buzdolabı verenleri, iki torba kömüre ülkesini satacak hale gelenleri sarsmak gerek...

Hayatın bir yerinde bizi bizden edenin karşısında “durmak” imkânsız olmasa gerek!

Kırılma noktamız neresiydi, neden hiç tanımadığımız birine dönüştük zamanla, farkında mıydık acaba? Sorgulamak lazım... Bulunca düzeltiriz...

Lanetli 2009'un getirmedikleri ama götürdükleri üzerinden geçiyorum yine, sonra “Daha kötüsü ne olabilir, ölüm olmasın yeter ki” diyorum... İçimde patlamaya ramak kalmış, patladığında etrafa sıçrattığı alev topları ile 1.dereceden yanıklara sebep olacak olan ben, diniyor en azından bir miktar...

Değişmemeliyim aslında... Hepsine inat!!!
Birinin, birilerinin canımı yakması yada yenilen kazıklar insanı böylesine kaya gibi bir hale getirmemeli, sevmiyorum ki zaten bu hissi, daha doğrusu hissizliği...
Herşeyin bir süre sonra normal, olabilir olacağını düşünmek...
Donuk bir ifade ile dinledikten sonra, klişe bir iki söz söyleyip tekrar kendi kabuğuma çekilmek... Olan bitenlere şaşıramamak... Olmamalı...

Herşey "olabilir" olmamalı...

Küçük hayatımızdan birer birer eksilirken değerler, kişiler, her cenaze, her hastalık, her düşüş, her terk ediliş bir şeyler alıp giderken bizden,
Sessizce kabul etmeyi öğrendiğimizi fark ediyorum...

Ve o güzelim kelimelerimin nasıl yetersiz kaldığını...

Çok söyleyecek birşey yok, canım sıkıldı yazıyorum yine öyle, birini düşünüyorum, salaklığıma kızıyorum, salak yerine konulmaya izin verişime... Sonra ötesini düşünüyorum, nasıl takıntı haline geldiğini... Halbuki mezarlıklar vazgeçilmez adamlarla dolu... Farkettiğim anda durum değişiyor...
Ne ben, ne sen ne de o... Hiç birşey değiliz aslında, nedendir bu korkunç ego tatminsizliği, nedendir elindekinin kıymetini bilmemek, hep daha iyisini aramak ve nedendir üç dakikalık zevkler uğruna ayağına kadar gelmiş aşkları tepmek... Sonunda toprağa gireceksin ya,bari yaşamadan gitme...
Görmeyenleri, görmemek için insanüstü bir çaba ile direnenleri, önce tebrik etmek sonra da sağ dirseğimle elmacık kemiklerini kırmak istiyorum...
Nasıl?
Yeterince sadistçe olmadıysa ilerletebilirim...

Bu yazdığımı farklı yorumlayanlar olacaktır mutlaka, onlara da söyleyeceklerim var tabii... Yazdıklarımda yada konuşmalarımda, ne kadar çok yanlış anlamış ve anlaşılmışımdır .Üstelik seçtiğim işler de hep “anlatmak” üzerine...

Ama fikrini sormadığınız insanın akıl vermesi kadar çıldırtıcı bir başka eylem olabilir mi?

Herneyse... Konudan konuya atlama huyumdan da en kısa zaman da vazgeçeceğim söz!!

Ne vakit bir yerde mutluluk görsem dudağımdan “uzun ömür” dileği dökülüyor artık.

Bir yerde, birinin gözünde, bir omuzda, sevdiklerini sarmalayan bir kolda mesela, bir mutluluk görsem, hep aynı şey...

“Uzun ömürlü olsun” diyorum içinden,

Farkında bile olmadan, kendiliğinden...

Çünkü biliyorum, mutluluk uçucudur...

Kaçar, biter...

Olmadık anda gelir, beklenmedik bir sabah çıkıp gidiverir.

Ne tetikte olmak; ne “bir gün bitecek biliyorum” diye hazırlanmak ne de “bitmesin” diye paralanmak...

Hiçbirinin faydası yok, biliyoruz...

Bu yüzden dilerim, hazmedemediklerimizi bir kenara bıraktığımız, egolarımızdan sıyrılıp, bencilliklermizden kurtulduğumuz, kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimiz, ayağımıza kadar gelen sevgileri kaçırmayıp, elimizdekinin kıymetini bildiğimiz, biraz tedbirli davranarak gelecek olan kazığın vereceği hasarı en hafif sıyrıklarla atlatacağımız, aşk dolu ve bol kazançlı, sağlık ve huzurun eksik olmadığı bir seneye giriyoruzdur...

Ve yine dilerim ki sevgileriniz hep uzun ömürlü olur...

Bu ara konuşasım var, yine geleciim... :)

NOT: Sevgili Alp Aygün bu yazının 3,5 saatte bitmesinin tek sorumlusudur... Bu sene onun için "Sahip olduğu bu neşe ve enerjinin hiç bitmemesiyle beraber intihar etmeme sebep olacak esprilerinin hiç kesilmemesini" dilerken... Kendime de ekstradan "sabır" rica ediyorum yüksek mercilerden... :D

Görüşmek üzere...

Salı

8 Gün... =)

Olan bitene diyecek söz bulamamak ne enteresan...

Bundan belki en fazla 1 sene önce olsa ohooo... dünya kadar lafım vardı, düşüncelerim, konuşma isteğim, bitmek tükenmek bilmeyen öfkem, hazımsızlığım...v.s...

Şimdi mi?

Tek kelime edesim gelmiyor, saklıyorlar benden olanı, o an keyfim kaçmasın daha normal daha sakin bir zaman da söyleriz diye, sonra çekiyorlar odaya,
böyle öğrenmeni istemedik, durum budur deniyor...
Donuyorum bi süre, tepkisiz kalıyorum, "hıı...iyii...", "hımm...",
-e normalsin...??
-e iyi pek bi tepki vermedin...
"e belliydi zaten hissediyordum ben..." diyorum çantamı karıştırırken...
-ooo iyi iyi...

Biraz zaman geçiyor üstünden patlıyorum, ağlıyorum belki bi 15-20 dk en fazla, sonra normale dönüyorum, beynimde bir boşluk, gerçekten boşluk, ne düşüneceğimi bile bilemediğim bir boşluk, göğüs kafesimde bi ağırlık, başımda korkunç bir ağrı...
İki lafı bir araya getirip konuşmak ne kadar zor, ne kadar halsizim...
Yenilen kazıkların sayısı arttıkça nasıl da hissizleşiyor insan, öyle yorgun hissediyorum ki olan bitenin kritiğini de, dedikodusunu da yapmaya halim yok...
Bir kaç tane sigara içip yatıyorum, gözümü kapatıyorum, düşünceler...düşünceler... Kafamı yastığın altına gömüyorum iyice, teknoloji ve bilim artık daha da ilerlemeli, insanoğluna bir açma kapama düğmesi yapılmalı, böyle zamanlar da düşünmeden uyuyabilmek için kapamalı insan kendini o düğmeden, yoksa benim gibi sabahın 7'sine kadar dönüp duruyorsun...!

Artık derdim kendimle değil biliyorum, bende ne eksikti diye sorgulamıyorum, kıyaslamıyorum, eksik bende değildi biliyorum, huyumdur sevdiğim zaman dibine kadar giderim bir ileri ki sahnenin olasılıklarını hesaplamadan ve bu yüzden hep uçlarda yaşarım ama şimdi biraz daha sağlam olmamda ki tek sebep eksiğin bende olmadığını bilmek...belki bu yüzden o ne düşüneceğini bilememezlik, konuşmak istememe... Nasılsın, daha iyi misin sorularını "iyiyim, iyiyim..." diye geçiştirme...önceden olsa sorguluyordum, kıyaslıyordum, konuyu bıkana kadar, kusturana kadar didikliyor, konuşuyor, sürekli etrafıma aynı soruları sorup, aynı cevapları alıyordum..ta ki "yeter!" dedirtene kadar... Ne mutlu bana ki geçti o devre... Sessizlik güzel şey... Kafayı o konuyla yormamak, yavaş yavaş yukarı çıkıp ışığı görmeye başlamışken tekrar en dibe gitmemek için çabalamak, farkında olmak güzel şey... Ruhuma, kalbime atılan her çizikte, canımın nasıl acıdığını her hissetmemle aynı anda bunu artık kontrol altına alabileceğimi bilmek ve bunlarla olgunlaşmak daha da güzel...

Olsun bakalım... Yine böyle olsun...

Yazdıkça rahatlardım eskiden.. şimdi daralıyorum.. biten her yazıda, sanki bir şeyler geçiyor üstümden.. iki duvar arasında kalmışım sanki.. hani bazen herşey ters gider ya.. kim dokunsa acır için.. en olmadık şeylere alınır, en yapılmayacak hataları yaparsın.. hani zaman hiç geçmeden durur baş ucunda.. ama gözünü beş dakika ayırsan saatten, tekrar baktığında geç kalmış olursun hayata.. İçim dar, dışım sıkkın işte...

Kelimeler… beni yoruyor artık durdukları yerde.. keşke diyorum...bir kitap olsa.. kapağında ismim dursa.. biriktikçe taşıyor aklımdan cümleler... Artık ne yazmak, ne de düşünmek istiyorum... Akıntıda gibiyim, kaptırdım bi kere, çabalamıyorum bile, öyle gidiyor hayat, çok sağlam insanlar var etrafımda benimle olmak isteyen, benimde olmak isteyebileceğim, karakterli, dürüst, güvenilir... Ama kendi karaktersizliğime bir çözüm bulmalıyım...

Arama beni duygu hanım, bu aralar kendime çok uzağım sanki...
Yorgun, umursamaz...
2010'a 8 gün kala, son depresyonumu yaşıyor olduğumu umuyorum, bu seneyi bir gün baştan sonra oturup yazacağım...

Ne lanettin ya 2009...bi git...!! Ama son golü iyi attın helal olsun, berbat başlamıştın, berbat bitiyorsun bravo! Halbuki bir an için güzelleşeceksin sanmıştım da, şaka yapmışsın kötü yedim...

Son kırmızı şarabımı içiyorum bu gece, yanında peynirlerimle, bunu da senden öğrenmiştim ya, hepsini bırakacağım!
Aklım dönüyor kadehlerin arasında.. birbirine karışıyor renkler.. uyku süzülüyor kirpiklerimden, süzgeçte kalıyor gündelik telaşlar.. ne olur sanki, bu gece herşey gitse aklımdan...ne kaybederim ki bundan sonrasında sıfırlansam... hep doğru olanı mı yaptım bugüne kadar acaba... ölür müyüm sence yanlışlarımı sevsem...

Neyse karar verdim 8 gün sonra şu 1 senede olanı biteni, geleni, geçeni, geçireni... Hepinizi yaşanmadı farzedicem!

Kendimi senin yerine koydum nolcak?!!
ben dipdeyim sen seyirde!!
istediğin gibi değil de buysam nolcak?!!
ben alelade, sen nadide...

Eminim sevmediğinee, eminimmmm...
bir gün bile sevmediğine...

Dip di ri ri rum...

Cuma

Dur... Dinlen... Sil... Yeniden Yaz...

Pof! pof! pof!...
Ne zaman çekirdek yesem böyle oluyor!
Neyse, 1 ay sonra yeniden burdayım :) 6 kasım'a nazaran daha iyiyim tabi, önce deneyimin sonucunu açıklayayım... Birşeyler düzeldi gibi :) iyi yani... Çenemi kullanmadığım zamanlar insan ve çevre sağlığına daha yararlı olduğum kesin...

Bu gece canım erkeklere ve dengesizliklerine! :) değil de...
Kadınlara dalaşmak istiyor? Nasıl?
E iyi.. Başlayalım o zaman...
Hangisinden başlayalım?
Depresif kadınlar?
Takıntılı kadınlar?
Kontrol delisi kadınlar?
Aptal'a yatan kadınlar?
Sadakatsiz kadınlar?

Ya da erkeksiz kalamayan sürekli hayatlarında biri olsun isteyen şu kadınlardan bahsedeyim..!

Bu aralar çoğaldılar mı ne?
Yada benim gözüme batıyor fazla fazla bilmiyorum...
Biri bitmeden biri başlayan ilişkiler, daha bitişin 7'si geçmeden diğeri ile başlayan ve adına "aşk" denilen acaiplikler işte, "acaip" tanımlamasından başka söyleyecek söz bulamadım da... Ondan... ;)

Aslında suç kadınlar da değil, modern yaşam biçimi dediğimiz şu saçmalık da, modern yaşamdan anladığımız ne bilmiyorum fakat bu yaşam biçimi kadının geleneksel kodlamasını yıktı. Kadın artık beyaz atlı prensini beklemiyor, bekleyerek vakit kaybedeceğini düşünüp, "çivi çiviyi söker" sözünü hayat felsefesi edinerek her biten ilişkiyi, fazla geç olmadan yeni bir erkekle ikame ediyor.

Postmodern hayat, hayal kırıklığı yaratan ilişkiler, her bitenin ardına bakmadan yenisini bulmayı gerekli hale getirir oldu... Ne tuhaf... İnsanın yüreğini dinlendirmeden, biraz beklemeden, tanımadan, elemeden, daha dün "ona aşığım" derken pat! diye başkasına aşık olabilmesini çok fazla algılayabildiğim söylenemez...

E daha 4 gün önce boğulacak gibi ağlıyordun!!

Yine de alışacağız demeyeceğim, bu duruma alışmak istemiyorum...

Şimdiler de gördüğüm kadarıyla kadında kendini geri çekme, bir süre rahat ve sakin takılma, içine dönme, ruhunu yıkama, tazelenme, gelecek erkeği sakin sakin bekleme duygusu kayboldu... Her giden ya da gidilen erkeğin arkasından çok beklemeden yenisi devreye sokulmakta, hayal kırıklığı yaşanmadan, yenisinden medet umulmakta, “belki bu olur” duygusuyla rulet masasına hayat yatırılmakta sanki...

Doğru, bir eski ilişki, ancak daha doğru, daha mükemmel gelen yeni bir ilişkiyle defterden silinip süprülür...

Ancak yeni ilişkinin eskisinden iyi olması için, kadının bir süre kafasını etraftan kaldırması, içine dönmesi, sakinliğini hissetmesi, kendisini yenilemesiyle mümkün... Bence...

Kendisini yenilemeyen kadın, yeni bir ilişkiyi yaşayamaz...

Yeni bir ilişki yeni olan iki insanın ilişkisidir... Yeni olan insanı hissedebilmek için, kadının da kendisini yenilemesi, eskimemiş olması şarttır...

Aksi halde yeni bir erkek gelip yeni bir şeyler vaad etse bile, o yeniyi alabilecek, hazmedebilecek, onu yeşertebilecek bir kadın olmayacak, o hala kendi içerisinde eski çiviyi sökmekle meşgul olacaktır.!

Her erkekle yaşanan ve biten bir ilişki, kadından bir şeyler daha alıp götürüyor, Umutlar bir kez daha yıkılıyor, hayaller biraz daha kırılıp, anlaşılma özlemi biraz daha kırpılıyor ve aşkı yaşama duygusu biraz daha kesiliyor...
Bu yüzden durun bir süre..! Rica ediyorum... :)

Ne kadar çok her zaman o kadar iyi değildir...

Ne kadar çok, bazen o kadar çok hayal kırıklığı anlamına gelir...

Her hayal kırıklığı bir sonraki için, umutsuzluktur, her denenen ise bir sonrakinden alır götürür...

Her giden erkek, bir sonraki gelen için yüktür... Ve kadın aslında yaşadığı ilişkilerin fazlalığından değil, tazeliğinden güç alır...

Çünkü kadının yıpranmışlığı, yaşanan hayal kırıklıklarıyla orantılıdır...

Bu yüzden fazla yıpranmamak için, biten bir ilişkinin ardından bir süre kendine dönmek, ruhunun sesini dinlemek, biraz değişmek, tazelenmek ve beklemek gerekiyor sanırım...

Kadın tazelendikçe, güçlendikçe ve olgunlaştıkça daha da güzelleşir... Bir de bunu görebilsek, görmeyenlere gösterebilsek herşey ne kadar yolunda gidecek...

Dur... Dinlen... Sil... Yeniden Yaz...

Yine sıkıldım... Ben baya dinlendim galiba...pıffss..:)

Ne Sendromu Bilemiyorum...

Nasıl bir öfke var içimde. Ne kadar birikmiş. Herşey nasıl da ters gidiyor, bir yerden bir sıkıntı çıkmaya görsün, hiç şaşmaz hemen ötekilerde peşi sıra yığılmaya başlıyorlar… Bankalar, iş ortamında sorunlar, özel hayat, aile, arkadaş v.s… Hangi birini sorsan dünya kadar şey anlatabilir, saatlerce şikayet sıralayabilirim öyle birikti, öyle taşıyor içimden, bu sefer laf dalaşlarına girmek yerine, bir anda ani çıkışlar yaparak “hiii! Neler oluyor be deli misin sen?!!” dedirtmek yerine farklı bir yöntem deniyorum.

"Peki Teoremi” koydum adını. Ne denirse, peki… Eğer deneyimin sonucu olumlu çıkarsa ve diğer yöntemlerden daha iyi bir sonuç elde edersem kendisini hipotez olarak gün yüzüne çıkaracağım, şimdilik teori olarak kalmasında yarar var...

Nasıl bir deney mi bu?

Mesela...

-Evle hiç ilgilenmiyorsunuz yine otel gibi kullanmaya başladınız, gece gel, gündüz kalk işe git, akşam gel bir şeyler ye biraz bilgisayarda oyalan yat, sabah kalk işe git… Bu ne canım böyle, oh valla hayat size hayat, ilgilenin yahu biraz, mutfak darmadağın olmuş, sizden nasıl ev hanımı olacak, valla günde üç posta dayak yersiniz aaaaa hiç mi….. v.s bu böyle uzayıp gidiyor ve yaklaşık 20 dakikayı buluyor. Konunun özü ise şu, sürahi de su bitmiş…

1 ay önce olsa konuşmanın arasında girer 15 dakika da ben laf yarıştırır sonra bir 15dakika daha laf dinlerdim ama şimdi ki yöntem daha işime geliyor.

-Peki babacım doldururum ben şimdi.

Ve Bitti… Allahım bitti!! O konuşma oracıkta sonlandı.

Deney = Peki
Süre = 1 Ay
İlk gün ki izlenim = Olumlu

-------------------------------------------------------------------------------------

Bir sohbet anı,

-yani durum böyle işte, benim sağım solum belli olmaz, sen güvenme bana, sevme de ama nefret de etme olur mu?

-peki, olur… :) (Ne desem…Ne desem yeriydi de..vazgeçtim!)

Herhangi bir tartışma yada kötü birşey yaşamadık, iyi de yaşamadık ama neyse diyip çıkabiliyorum işin içinden en azından.

Deney = Peki
Süre = 1 Ay
10. gün ki izlenim = Olumlu

Deneyim fena gitmiyor ama örneğini vereceğim liste böyle uzar gider…

Bu laf dalaşlarına giremeyecek, sohbet bile edemeyecek kadar yorgunum, yorgunluk derken bedenen değil, ruh, kalp ve beyin olarak çok yorgunum… Yada buna bezginlik mi derler bilmiyorum ki… Huzur istiyorum biraz. Hiç borcum olmasın ve işler en azından idare edecek kadar yolunda gitsin istiyorum illa muhteşem olmasına gerek yok. Kafamı kurcalayan, anlamsız söz ve hareketlerle vaktimi çalan, oyalayan kişiler olmasın da etrafımda illa dillere destan bir aşk yaşamama da gerek yok… Gerçi bu soruyu serdar benden daha önce sormuştu ama ben yine de soracağım!

Hayat! Beni neden yoruyorsun??!

Aslında sen yormuyorsun kabul, benim seçimlerim ve tercihlerimden kaynaklanıyor şimdi ki bu dibe vurmuş gibi hissetmeme neden olan ruh hali… Hepsini ben yaptım, aşkım olmasını istediğim adamı ben seçtim, kazığı yedim ama doymadım bi daha atsın diye yine kandım, şimdi ise salaklığımı sindiremiyor, yaşananları aklımdan çıkaramıyorum. Boş yere koşturduğumu bile bile hala aşktan başka pek çok duruma inatla ve ısrarla devam ediyorum… Yanlış olduğunu gördüğüm halde, sırf benim seçimlerim diyerek, kontrol altında tutmak için uğraşırken kendi kendimi paralıyor işime gelmeyincede b.ku sana atıyorum… Kusura kalma…

Kendime de “eyvallah duygu canın sağolsun!” demeyi öğrendiğim gün çok mutlu bir insan olacağım…

Denediğim yöntemin yan etkileri de var tabii… Mesela bu her şeye “hıı peki tamam”, “peki olur” dedikçe sürekli bir “oooffff!!” diyerek geçmeye başlıyor günler. Her gün bir öncekinden beter bir ağlama hissi musallat oluyor göğüs kafesimden gözlerime doğru. İçime atmak hiç bana göre değildir biliyorum. Konuşurum ben, küt diye söylerim, kavga mı ederim, saatler sürse de pes ettirene kadar haklıysam laf da yarıştırırım, inat ederim ama bu durum sanırım bir on sene sonra olmalıydı, daha susacak, “he he..” dedikten sonra hiç bir şey yokmuş gibi keyfime bakacak olgunluğa erişemedim, eremedim daha o kadar!! Şu 5 gündür sinirimden tam ortadan yüz bin parçaya bölünerek, milyarlarca hücremi sağa sola dağıtacağım az kaldı. Derdimi anlatmam lazım benim, konuşmam lazım, o kavgayı çatır çatır edip, gerekirse ciğerlerim patlarcasına bağırıp “oh bee…!” diyerek çıkmam lazım ortaya. Ama belki de sessizliğim konuştuğum zamanlardan daha çok şey anlatır ve ben başka bir duygu daha tanırım bu süreçte, biraz daha olgunlaşarak, ortalığı yıkmadan derdini anlatıp çözebilen biri ile karşılaşır, şu anda gittikçe büyüyen ve patlamaması için her saniye dişlerini gıcırdatan bu kadını biraz yatıştırabilecek yollar bulurum sessizliğin içinde… belki…bilemem…

Neden bu kadar öfke?
Neden bu kadar çabuk sinirleniyorum?
Nasıl bu derece kontrolümü kaybedebileceğimden, kendimden korkuyorum?
Bütün bunlar nasıl oluyor anlayamıyorum… Kendimi ve bu abartılı gelen agresifliğimi çözemesemde bildiğim tek bir şey var, dışarıya yansıttığım sinir veya aksilik içimde hissettiğimin onda biri bile değil şu günlerde…

Kahvaltı ederken zeytin bacağıma düşmüş, hay…!! Şimdi şu masayı bir tepetaklak etmek vardı ama… Neyse ben iyisi tereyağ bıçağı ile bileğimi kesmeyi deneyeyim… Biraz uğraştırır falan da oyalanırım en azından…

Yok böyle olmayacak! Biri olmalı, bir şeyler olmalı veya bir şeyler değişmeli artık…

Aşk, iş, aile, birinden biri iyi gitmeye başladığı zaman, tutunacak bir dal bulduğum an biliyorum daha iyi olacağım fakat bu süre içinde saygımdan ve sevgimden şüpheye düşen herkesten şimdiden özür diliyorum...

Çarşamba

Bildiğiniz bir tetikçi mevcut mu?!

“Hayatım boyunca seni aradım…” güzel kurgulanmış bir filmdi.
Sonunda bulunabilmesi de eh güzel bir his olsa gerek… Bunu bugüne kadar hayatıma girenler arasında sadece tek bir kişi için söyleyebileceğimi ve bir daha bir araya gelemeyeceğimizi bilmek de bir o kadar korkunç…

Bundan aylar aylar önce ilk telefon konuşmaları, ilk buluşma, dedim ki seviyor beni… Aradan birkaç ay geçti, iyice eminim artık sevildiğime, işin kötüsü onun hislerinden beş beter benimkiler, ölüyorum da, pek çaktırmıyordum sanırım… Çünkü o onun için ölünmesinden korkuyordu… Bende hiç söylemedim zaten… Birkaç ay daha geçti ve ses kesildi, uzun bir süre bekledim ve yine geldi… Sonra yine kesildi… Gülmek geliyor içimden ağlanacak halime… Hep kendi kendime teselliler buldum o anlarda, “Çok zor günler geçiriyor, yoğun, koşturuyor, aşk meşk kafasını karıştırıyordur şimdi, ben anlayışlı olayım, bekleyeyim, nasılsa düzelecektir...” diyerek.

Hayatımız boyunca ne çok yapıyoruz bunu! Başkalarının bize yönelik her türlü yanlışına onların yerine bahaneler bularak kendimizi oyalayıp duruyoruz...
Bir ileri bir geri, vakit geçip gitmiş, onunla olmaya başladığımda kıştı, yine kış geldi, 2 ay sonra 1 sene doluyor... Sevdiğim ya da beni sevdiğine kendimi inandırdığım kişinin iniş çıkışları devam ederken yorulmaya başladığımı hissettim sonunda. Bu sevimsiz davranışlara izin verdikçe onun gözünde daha da değersizleştiğimi gördüm. O gözlerdeki değersiz “ben”le karşılaşmak ise beni daha da yıktı, çevremdeki tüm sosyal ilişkilere de kendimi “değersiz” sunduğum, kendimi öyle gördüğüm için tuhaf bir çöküş yaşamaya başladım...

Bu bir domino taşı etkisidir. Birbirinin üzerine yıkılır gider bilirsiniz...

Sonunda bende sesimi sedamı kestim ve bu durum son 2 aydır bu şekilde devam ediyor… Yanmıyorum değil, yanıyorum ama sönecek… Gerçek ben olmaya çalışıyorum yeniden, çok zor… Bildiklerimin bana ait olmadığını hissetmek, kendi kendimi yeniden baştan aşağı onarmaya çalışmak çok zor…

Bütün bu olanlardan sonra onu suçlamak en kolayıydı. “Değerimi bilmiyor, onu ne kadar sevdiğimi göremiyor, ona verdiğim kıymeti, sabrımı, sessizliğimin nedenini anlamıyor...” bir sürü gereksiz düşünce, bir gün anlayacaktır diyerek gereksiz bir zaman kaybı… Suçlaması kolay olsa da sebep bunlar değil biliyorum…

Artık yanlışlara, doğru olmayan durumlara, insanlara, işime gelmese bile sırf hayatımda kalsın diyerek, zaaflarıma yenilerek hiçbir şeye kılıf giydirmek istemiyorum çok yoruldum…

Tamamlanmış insanlar bulmak çok mu zor?

Yada bildiğiniz bir tetikçi mevcut mu?!

Hayal işte…

Bundan sonrasında yapmam gerekeni biliyorum aslında, hemen kaptırma huyumdan dolayı hiçbir anıyı yakmayarak kendimi sadece affetmeyi deneyeceğim...

Kolay gelsin mi bana?
Gelsin hadi…

Sahi Kimse Aşktan Ölmüyor mu Artık...?

Övünmek gibi olmasın da, aşk konusunda boyumun ölçüsünü almakta üzerime yoktur. Hayır işin kötüsü ne uzuyorum, ne kısalıyorum, her defasında öğrendiğim şey hep aynı, topu topu 1.65 işte…

Burnumun ucunda sivilce çıkmış, bunca koşturmanın içinde hemde o kadar sıkıntı çekip milyarlar yağdırmışken bu bana yapılmazdı be sivilce… Onu fark ettiğimde tam da ilişkiler ve aşktan konuşuyorduk, maske, kurutucu v.s bulamayınca bi koşu gittim banyodan bir parça diş macunu alıp üzerine konduruverdim ve sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik ama tabi burnumun tam ucunda bir diş macunu topakcığıyla, sohbette komik bi hale bürünmüş oldu… Burnumda diş macunu varmış benim daha, ne aşk’ı, ne evliliği… Eh Ahmet abi =) doğru diyorsun aslında, diş macunu topakcığım ile yaşarım ben, hem gayet memnunum bu durumdan…

Genel olarak yürekten, tüm samimiyetin ve dürüstlüğün ön planda olarak sevmenin ne olduğunun unutulduğu, insanların birbirine menfaat amaçlı yaklaştığı, bir türlü doyuma ulaşmayan iştahlarıyla önüne gelene aşıkmış gibi davrandığı, ne istediğini bilmeyen, cinsellik söz konusu olduğunda yakında hayvandan farkımızın kalmayacağı, günümüzün “modern”, özgürlük adı altında “değer” , aşk adı altında “sevgi” den nasibini almamışlara değinmek istedi canım…

Sahi kimse aşktan ölmüyor mu artık?

Herkes bir kaçış, bir saklanma içinde mi, herkes kendini mi korumaya çalışıyor…
Ama neden?
En son ne zaman bir şeyi dibine kadar yaşadığımızı hissettik? Ne zaman sırf mutluluktan ağlayacak hale geldik?
Ben hatırlayamıyorum…

Belli bir yaşa kadar birini sevmek için bir sebep bulmak ne kadar kolaydı. Bir gülüş, bir eda, bir ses tonu, bir cümle, bir arkadaş övgüsü, bir saç modeli... Ne tatlı, ne benzersiz bir heyecandır o kalp çarpıntıları ve bu özellikler nasıl gözümüz de büyütür o insanı...

Hatırlamak istiyorum o yaşlarımı, çok da geçmedi ya üzerinden, 5-6 sene falan… “Yalanlar söylesin, yeter ki beni mutlu etsin” günlerinin bedeli öyle ağırdı ki... “O gülünce hayat bayram yeri gibi oluyor” dan şimdi yanlış yapma korkusuyla ayaklarımızı, düşüncelerimizi, yüreğimizi zımbaladığımız rüyalara geçtik...

Kadın diliyle anlatmıyorum ama bunu, sakın yanlış anlamayın. Kadın erkek fark etmiyor herkes eşit ağırlıkta yanıyor bu fırında... Birisini sevmeye karar verdiğimiz zaman kendimizden başlayarak herkesi ikna edebilecek cümlelerimiz var aslında...

Tecrübesiz ve kırılgan kalplerimiz yavaş yavaş keçeleşmeye başlıyor hissediyorum.. Cümlelerin alt metinlerini, beden dillerini okumayı öğrendim sanırım ve sevmedim bunu, aptalı oynamak bazen daha güzeldi. Anlamak, ona göre ayağımı denk almak değil, anlamamak ve sadece içimden geldiği gibi davranmak istiyorum yeniden ve herkesin doğruyu söylediğine bir an bile düşünmeden inanmak, birilerine güvenebilmek. Hayatın gittikçe zorlaşması, güven duygusunu kaybetmeyle başlıyormuş sonunda çözdüm… yaşasın! =)

Biricik Murathan Mungan’ın “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim” dizesinin az çok okumuş olan Türk erkeklerinin, bu lafı ağızlarına sakız ettiğini keşfettiğim zaman ki hayal kırıklığı anlatılır cinsten değil, halbuki o bunu yalandan yazmamıştı. “Yapmayın böyle, şaire ayıp oluyor...!“ diyesim geliyor çoğu zaman. Yapmayın işte... Yalansa yapmayın...!

Kadın erkek fark etmiyor, beni bu aynılık bitiriyor. Aynı dizeler, aynı vaatler, aynı övgüler, aynı yergiler. Her filmde, her “gerçek hayat” şovunda, her şarkıda...

Sanıyorum Murathan Mungan’ı, Nazım Hikmet’i, Atilla İlhan’ı ölümsüz yapan sihir her aşk için yeni bir satır yazabilmelerinde...

Söylenmedik söz bulmak zor olsa da her insan yeni kelimelerle sevilmeyi hak edilmiyor mudur acaba??

Biri Gelir Ve Herşeyi Değiştirir...

Sıkıştırılmış bir hayat yaşadım bugüne kadar, hani 22 sene, valla bir şey değil…
Kim bilir daha neler yaşayacağız… Her türlü duygunun üzerimden gelip geçtiğine inandığım zamanlar oldu. İtiraz edenler çıktı mutlaka, “Demek ki sen bunları yaşasan…” diye başlayan cümleler. “Bunları da yaşadın mı?..” diyerek son bulan kelimeler.
Kendime ve hayata haksızlık ettiğim bile ileri sürüldü…
Doğruydu belki ama yine de acının tek merkez olma gücünü hatırlatmadan geçemedim…
Yine birini anlatacağım, sesli olarak değil yine yazıyla, neden yazıyorum bilmiyorum aslında, biri sürekli kulağıma bir şeyler fısıldıyor gibi… Hele ki kendiminkine benzer hayatlar gördüğümde… Yazmazsam olmayacakmış gibi sanki…

Bize kocaman kitaplar yazmışlar, sonunu bilmediğimiz kaderler… Şimdi bir de ben yazacağım birine, umud etmek bedava ya… Daha da güzel olsun her şey diye…

Bana kendini anlat demedim ona, bir şey de sormadım, anlattığı kadarını bileyim, bilmemi istemedikleri onda kalsın istedim… O nasıl istiyorsa öyle tanıyayım onu, o da beni…
Değişmek ister ya herkes bazen, pişman olduğu ne varsa silerek, 0’dan yaşamak ister her şeyi… Baştan başlamak için fırsat olsun hepsine diye… 0’dan olsun…
Nasıl istiyorsan öyle olsun dilerim…

Saat 01.00 civarı, etrafımızda birkaç masa dolu, kendi aralarında sohbet ediyorlar, biri var karşımda oturan, şu dünyada, iki dağ arasında, kıyı da, köşe de kalmış kadar tertemiz, öyle açık yürekli… Bıcır bıcır konuşuyor, anlattıkça anlatıyor, sessizce, tüm anlattıklarını hafızama kazır gibi dinliyorum onu, bazen merakıma yenik düşüp sorular soruyorum ama susmam gerek biliyorum. Biri sana yüreğini bu kadar dürüstçe açmışken susman gerekir, susup dinlemen, bölmemen, akışına bırakman gerekir… Dinlemek, tanımak istiyorum sadece… Güvenmek istiyorum ve o güvenilebilecek nadir insanlardan hissediyorum… Ne yaşamış olursa olsun, öyle tertemiz bakıyor ki gözleri, her insan gibi o da herhangi biri tarafından karşılıksız, çıkarsız sevilmek istiyor sanki, yeniden güvenmek ve canının yanmayacağına emin olmak...Yada gözleri öyle diyor, “sev beni..” diye bakıyor. Memnuniyetle diyorum içimden… Keyifle…Zevkle… Severim hem de çok… O şimdilik bilmiyor ya bunu neyse...

Ailelerden konuşuyoruz bir süre, benzer değil yaşananlar ama çocukluk ve ergenlik dönemimize denk gelen yaşlarda yaşatılan şeylerin adı travma, iyi sıyrılmışız diye düşünüyorum.
Kendilerine sorsak fedakar olduklarını iddia edebilecek anne babaların, yaşanmamış yada bizim için yaşamaktan vazgeçtiklerini söyleyecekleri hayatlarının bedellerini ödemekten yorgun düşmüş çocuklarız biz… Aile içi sorunlardan, sıkıntılardan ölümden dönüyor o gülerken yanakları pembeleşen çocuk…

Babamla her konuştuğumuzda kardeşim “abi beni sordu mu?” diye sorar, heyecanlanır, bende “sordu bitanem..” derim. Ama sormaz… Sevmez babam kız çocuk, tuhaf… diyor.
İçtiğim su boğazımda kalıyor, gözlerim doluyor, küçük bir boğulma tehlikesi atlattım ama görmedi, hem gözyaşımı tutayım, hem yutkunabileyim diye uğraşmak ilk defa bu kadar zordu… Şimdi bile aynı his, genç olmaya yeni yeni adım atmış bir kız çocuğunun babasından haber almayı heyecanla beklemesi içtiğim suyun boğazımda kalmasına sebep oluyor… Halbuki öyle eğlenceli, öyle fırlama ki insanın gıdığını,yanaklarını mıncır mıncır edip sarıp saklayası gelirken, onun yüreğinin aslında hayatında ki ilk aşk’ı olan erkek tarafından bu kadar incitilmiş olduğunu bilmek içimi eziyor da eziyor… Neyse ki babasının yerini doldurabileceği, en ufacık bir sorunda sığınabileceği ve onu canından daha çok seven başka bir erkeğe sahip…
Allah baba hesaplamadan iş yapmıyor bir kez daha inanıyorum…

Aşık oluyor o sıralar, dolu dolu da yaşıyor, çok sevmiş, zamanın da sevilmiştir de eminim ama bitmiş o aşk, karşı tarafın sunduğu anlam verilemeyen sebeplerden ötürü. Elinde olmadan… Çok uğraşmış geri döndürebilmek için ama bazen ne kadar çırpınırsan çırpın olmaz ya… Olmamış… Öyle bir anlatışı var ki onu bana, yüreğimi liğme liğme etse de anlattıkları kadınsı içgüdülerim ağır basıyor ara sıra… Bir üzülüyorum gözlerim doluyor, bir kızıyorum onu nasıl bu şekilde üzebilirler, nasıl “git..” diyebilirler diye, bir de kıskanıyorum birazcık… Hayatıma girmek isteyen, karşıma çıkan, yada hayatımdan gitmiş olan hiç kimse neden beni böylesine yürekten, böyle bir bağlılık ile sevmedi, neden kaybetmemek için hiç böyle çaba sarf etmedi diye… Kıskançlığım hemcinsime değil yani, karşımdaki sevginin gücüne…
Sonra buluyorum kendime sorduğum sorunun cevabını ve cebime atıyorum her zaman ki gibi, ben değişmeden değişmeyecek…

Aklımdan bunlar geçerken o devam ediyor, “O kadar çok sevdim ki, taptım ya ama göremedim kendimi ne duruma düşürdüğümü…” telefonundan bir mesaj gösteriyor o sıra, kısa bir süre beraber olduğu ve ayrıldığı başka bir hanımefendi şu sıralar başına musallat…
“şimdi şimdi görüyorum…Bende böyleymişim…” diyor…
“Aynen öyle…” diyorum, gülüyoruz… Tecrübe her şeydir…

Öyle bir şehir de, hatta öyle bir ülke de yaşıyoruz ki, “hayatımı yazsam roman olur…” lafı eminim bu ülkeden daha çok hiçbir yerde kullanılmıyordur…Bazılarımızın hayatı da böyle işte, darmadağınık, yarım yamalak…

Ne kadar öfke dolu, ne kadar incinmiş olursa olsun, yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra, inançlarını ve güven duygusunu kaybetmiş bir çocuk vardı o gece karşımda 15 yaşlarında falan öyle masum…
Bir de tüm bu yaşananlara rağmen ailesinin başında, kardeşine kol kanat germiş, dimdik ve sapasağlam duran, 35 yaşlarında koca bir adam, öyle de güçlü…
Bunları anlatırken ara sıra kaçırdığı gözleri, pembeleşen yanakları ve bir türlü dökemediği gözyaşlarıyla yüreğimi buruş buruş etti desem yeri…

İnançlarımdan çok şey değişti zaman içinde, korkularımın yersizliğini, senelerce sırtımda sürüklediğim toplumsal yüklerin gereksizliğini fark ettim… Çok ağır geldi önce, neyse ki sel gitti, kum kaldı… Kalan bir avuç kumsa, bugün görüyorum ki, aidiyet inancım ve kendime olan saygımmış…
Evdeki huzursuzluktan kaçarak anneannesinin kucağında şefkati arayan bir kız çocuğuyum ben hala… Uç düşüncelerim ve bazen esip gelen inançsızlığıma rağmen sabah ezanlarında günlerimize iyilikler yerleşsin diye dua eden 10 yaşlarında bir kız çocuğu diyelim…
Benzer hayatları karşımda gördüğümde içimi tırmalayan, onu, bu yaşadıklarının ne kadar yaraladığını bilmekti… Anlıyor olmaktı…

“Ben onlar gibi olamam, onların bize yaşattıklarını çocuklarıma yaşatamam, çünkü o çocuk sonra senin için neler hissediyor biliyorum…” dedi konuşmanın bir yerinde… Çok da güzel söyledi…

Dilerim bizden sonra ki nesil, bizim çocuklarımız bir gün dışarıdan bu tarz konular duyduklarında “inanamadım bir anne baba çocuğuna nasıl böyle şeyler yaşatır, anlayamıyorum…” diye düşünebilecek kadar sağlıklı yetişirler… En azından biz yaşayanlar onlara bunları yaşatmayacağız, eminim ve içim bir nebze olsun rahat…

Uzun zaman olmuş yazmayalı, iyi konuştuğum söylense bile sanırım kendimi en iyi yazarak ifade edebiliyorum, rahatladım…

Bana yaranı göster, Bende benimkini göstereyim,
Hangimizden daha çok kan gitti,
Ne oldu bitti önemi yok… Yaralıymışız ya, sararız…

Di(L)iyorum ki...

Eh İstanbul… Severim seni de… Hep bir “Ama” n var ne yapayım… Bazen nefret ediyorum senden, kalabalığından, sokaklarına, büyüklüğünden, insanlarına kadar… Bazen de çok seviyorum, bitip tükenmek bilmeyen enerjini, insanlarla dolup taşan sokaklarını, karman çorman bir topluluğu garip bir düzen ile içinde barındırmanı, renkliliğini..seviyorum işte…
Sensiz yapamazmışım gibi geliyor çoğu zaman ama başka bir yere gittiğimde de aslında o kadar da matah bir şey olmadığını anlıyorum… Ne garip… Sevgili gibisin… :)

Kalbin kendine göre sebepleri var mantığımın bunu anlamasını elbet beklemiyorum, yine de zor olan artık bende heyecan yaratmıyor sanırım, aksine yoruluyorum… Nereden başlasam ki acaba?

İyi hissediyorum bugünlerde… Diyete başladım, aslında pek de başlamadım kendiliğinden oldu, az yemeye, canım pis şeyleri çok çektiğinde başka şeylerle ikame etmeye çalışıyorum, eh bunları yaptıkça da 1hafta içinde yavaş yavaş daha hafif, daha enerjik hissetmeye başladım, bütün depresyonum hamburger kaynaklı mı yani? Yok canım…

Hımm… Yazmayı çok istiyorum, bir sürü şey geçiyor aklımdan, vızır vızır… Ş
uraya sırf bütün sayfa hoppidi hoppidi yazsam da ne güzel döktürdüm bugün bee diyecek bir hava var üzerimde ama ne anlatmak istediğimi bile bilmiyorum…

Gelenek? Alışkanlık, değişim, ideoloji?
Hangisinden girsem acaba?
Neşeli mi olmalı yoksa mesajı tam alna mı yapıştırmalı?

Belki de duvarlarımızdan, pencerelerden, sınırlarımızdan başlarım... Korkularımızdan, savunularımızdan, bahanelerden söz ederim... Belki de aşktan...

Bence bugün gelişi güzel yazmalı, bir tek şeye saplanmamalıyım…
Ortaya bir karışıktan gireceğim…

Bir şehri dolaşmayı öğrendim bir zaman önce. Hiç girmediğim sokaklara girmeyi, yorulmadan yokuş tırmanmayı, her çıkmaz sokakta şaşırmayı, dar sokakların masal evlerine hayran kalmayı öğrendim. Gündüz vakti tek başıma sinemaya gitmeyi, öğle vakti bir restoranda tek başıma yemek sipariş etmeyi, tek başıma bir mucizeye şaşırmayı öğrendim.
Bütün öğrendiklerimi değiştirebileceğimi, değişimin sandığım kadar acıtıcı olmayabileceğini öğrendim…
Yalnız kalmayı, kendimle vakit geçirmeyi sevdim, hatta belki topluca geçirilen vakitlerden daha çok sevdim, kendi kendimi dinlemek, yapmak istediklerimi, istemediklerimi, mutlu edenleri, etmeyenleri, silmem gerekenleri, zararı olanların, hakkı ödenmeyecek olanların farkına varmak, bambaşkaydı… Hepsini tek tek belirledim, sıraya koydum, uyguladım, uygularken üzüldüklerim oldu ama kendimle baş başa kaldığımda üzülmemin de gereksiz olduğuna karar verdim, çünkü insanlar ben karar verip uygularken, radikal değişimler yaparken şaşırıp, yorumlamaya başladıklarında kendi sesimi duymazdan gelerek sadece dışarıyı dinlediğim için üzülüyormuş gibi hissettiğimi ama aslında hiç üzülmediğimi de fark ettim…

Şimdi de karma karışık bir cümle kurduğumu ve okuduğumda hiçbir şey anlamadığımı fark ettim, yine de değiştirmeyeceğim, nasıl geldiyse öyle yazdım çünkü… Doğru söylüyorsun Ahmet Abi, ben tarzıma değil, tarzım bana hakim… Elbet Büyüyeceğim… :)

Bir de her kadının kendi şahane hikâyesini yazarken kendi içinden hep başka bir kadını doğurduğunu öğrendim... Belki de en çok buna şaşırdım...

Dişi doğmamıza, öğretilen edilgenliğimize rağmen ruhlarımızın sonunda “coğrafya”ya uyum sağlayarak giderek erkeksileşmek zorunda olduğunu kabul ettim... Pek hoş değildi… Sevmedim… Erkeklerimiz giderek feminenleşirken, kadınlarımız gittikçe erkeksileşti, erkek kadından kaçar, kadın erkek kovalar oldu, erkek kadınıyla geçirdiği geceyi ertesi gün belki sadece o da belki en yakın arkadaşına anlatıp dertleşirken yada keyiflenirken(?)
kadın çok yakın olmadıklarıyla bile geçirdiği gecenin kritiğini yapar, dalga geçer yada ballandıra ballandıra anlatır hale geldi…

Sahi ne oldu bize böyle?
Kırık dökük aşklar, biri bitip biri başlayan savaşlar sonunda mutasyona uğradı kadın... Ekonomik, sosyolojik düzen “süper kadınlar” olmamızı istedi bizden. Hem anne, hem eş, hem işçi, hem patron, hem sevgili, hem arkadaş... Yeri geldiğinde hanımefendi, yeri geldiğinde serseri, yeri geldiğinde cilveli bir kadın…v.s… Ben hepsi olamayacağımı kabul ettim artık. İçinden bazılarını seçtim...
Şimdi yine kendi başımayım, Kadıköy moda’da bütün denizi tepeden gören, küçük şeffaf çadırların yerleştirildiği, yağmurlu havalarda da üşümeden bütün manzarayı seyrederken, tüm düşüncelerinizi toplayabileceğiniz bir yer burası, bi kahve söyledim ki misler gibi kokuyor, özenle seçtiğim kalemim ve çok severek, neredeyse 10 yer dolaşarak araya, taraya bulduğum, sarımtrak sayfaları ile sanki çok eskilerden kalmış izlenimi veren, eski kokan sayfalarıyla güzelim defterim… Bilgisayar da Word’e yazmaktan daha keyifli böylesi, ne zaman buraya gelsem her şey düzeliyor sanki, denizin görüntüsü, havası öyle garip ki alıp götürüyor ne varsa, rahatlıyorum, burnumun içinde bir hava koridoru açılıyor ve şahane nefes alıyorum. Aynı koridor beynime de yöneliyor olsa gerek, bu manzaraya dalma sırasında düşünceler tıkır tıkır yerli yerine giriyor. Sanki kafamın içinde hafta sonu temizliği yapmışım gibi bir rahatlamayla eve doğru yola koyuluyorum...

Yunuslar gördüm!! Yunuslar gördüm!! 4-5 tane, sıralarını bozmadan, senkronize halde öyle güzel yüzüyorlar ki, baharın ilk günleri, sık sık görünürler artık ne güzel, belki de bi dilek dilemeliyim… Vazgeçtim dilek dilemekten, karamsarlığım ne yaptı etti buldu yine beni, iç sesimle kavga ettikçe depresyonumun hamburger ile alakalı olmadığını anlayabiliyorum… Aslında doğru söylüyor, yıllarca gözü kara dilekler yaşattık hepimiz içimizde bir yerde. Adaklar adadık, mumlar yaktık, anahtarlar aldık, fallar kapattık...
Öyle olsun, böyle olsun istedik. Çok istedik...

Dileklerimin çoğu gerçekleşip, dualarım kabul olduğunda, adaklarımı yerine getirdiğimde yaşadığım büyük sevinçleri düşünüyorum şimdi... Her bir dilek, yaşattığı kısa sevinçlerden sonra çok da üzülebileceğim başka süreçleri başlatmış aslında... İsteklerim bazen kör etmiş beni. İnatla, ısrarla üzerine gittiğim arzularım sağduyumu kaybettiğim, aklımı mantığımı tersine çevirdiğim ve böylelikle en çok kendimi kandırdığım günleri yaşatmış bana...

Dileklerimi eksik mi yoksa yanlış mı dilemişim bilmiyorum ama bedelini düşünmeden sözler vermişim Allah’a... Birden işte aniden bunu fark ettim... Ve vazgeçtim…

Bir sürü merdiven var önümde, birazdan kalkıp tam denizin dibine ineceğim, bir süre yürüdükten sonra kayalıklara oturup devam edeceğim sana yazmaya, şu dilek meselesi biraz içimi sıktı, halbuki rahatlamaya geliyorum ben buraya… Merdivenleri indim, aşağıya doğru dimdik inen bir sürü merdiven… Çimlerden sahile geçtim, yürümeye başladım. Yeniden önce nefesim sonra zihnim açıldı. Verdiğim kararı doğru buldum. Kariyer için, ev için, çocuk için, araba için, zafer ve başarı için, sınav kazanmak için, zengin olmak için, sevilmek için, onun için, bunun için... Hiç bitmez bir şey için dilek dilemek. Elbette dileklerimiz, hedeflerimiz eksik olmasın hep bir amacımız olsun… Oğlunu askerden sağ salim döndürebilmek, sevdiğini hastalıktan kurtarabilmek, borcunu alacaklıdan silebilmek, evladına hayırlı bir gelecek ummak gibi dilek ve dualarınız varsa eğer dilerim dualarınız kabul olsun...
Ama söylediğim şey bunların dışında, “daha”sı için dilek tutmak…
Anlamsız sanırım… Her neyse boşveriyorum işte…
En iyisi hakkettiğim gibi yaşayayım…

...Yeni Hayat Dediğin...

Birini anlatacağım, birilerini, dilim döndüğünce, kalemim yettiğince…

Hayatımda güzelliği değişmeyen şeylere giderek daha çok bağlanıyorum. Değişmeyen insanlara, değişmeyen değerlere, yeri değişmediği gibi kendi kalbi, hali, edası değişmeyen dostlara ve de... Olmadığına dair tüm inançlarımızı yitirmişken yeşeren dibine kadar gerçek olan aşklara…

Vefa, taşıması zor bir duygu malumunuz. Ağır bir yükü var. Herkesin harcı değil. bunu bir kez daha derinden anlamamı sağlayan dostlarıma teşekkür borçluyum… Bir de en özellerinden biri olan Neslime bu yazıyı =)

Defter arasında kuruttuğumuz yazılarımız var, birbirimize hediye ettiğimiz çocukluk resimlerimizin arkasına yazılıp verilmiş notlar… Doldurmaya ramak kalan 10 sene de paylaştığımız onca sır, üzüntü, mutluluk… Hangi birini yazsam ki buraya, zaten yazmayayım, sana özel cüzdan arası sürprizlerimde ara sıra değiniyorum şimdi konu ben yada biz değil… sen ve o yani siz… =) Ama önce senden başlayacağım…

Şu hayatın içinde, ne kadar arkadaşı olsa da, aile ne kadar kol kanat gerip korumaya çalışsa da bende yaratılan izlenim; Yalnız, özgür, güçlü, güzel... “Kimseye ihtiyacımız yok bizim, her işimizi kendimiz yaparız evelallah; kesilecek, verilecek hesabımız da yok işte bu yüzden, kaybolmayız, yıkılmayız” diyen genç bir kadın var karşımda… Hayata karşı muhteşem savunma mekanizması geliştirmiş nadir insanlardan biri o. Kendi içinde iktidar savaşına girmeyen, ikili ilişkilerde özgür ruhu tavan yaptığından tavrını en baştan koyan ve bu netlikle karşısındaki insanı ezmeden, açık ve yalın yaşayan, bakış açısıyla hayatı ve yaşanan kötü olayları bile kolayca hafifletebilen, bu dünyayı sıkıntısı ile boğmayan belki de çok nadir insanlardan… Bazen öyle güçlü, bazen öyle kırılgan… O kahkahaların, makaraların, bazen dışarıdan görünen şu genç hanımefendi hallerimize yakışmayacak kaba saba konuşmalarımızın altında yatan, zarif, narin, en ufacık yanlış bir sözün, bir davranışın yada ters bir bakışın yüreğinde mühür gibi iz bıraktığı halde o izleri muhteşem bir ustalık ile gizleyen, sırdaş, dost, arkadaş, illa aynı karında büyümene gerek olmadığına inandıranlardan… Hayatta en çok güvendiklerimden, en sağlam, en dürüstlerinden biri…

Ve şimdi onun yanında aynı kendi gibi biri daha var…

Kaybolan inançlarımızı geri getiren biri… Sağlam, dürüst, güvenilir, temiz yürekli, şu zaman da kenar da köşede kalmış bir numune olarak tanımlasam yanlış olmaz…
2 ay önce hayatımıza soktu onu, korkmadan bütün sırlarımı verebildiğim, saatlerce dertleştiğim, saatlerce dert dinlediğim, bıkmadan usanmadan laf anlatmaya çalıştığım, bazen ikna ettiğim, bazen ikna olduğum, yerine göre abi, kardeş, dost olan birini kazandırdı bize teşekkür etmeden geçemeyeceğim…

Öyle bıkmışız ki bu dünyanın sahteliğinden, doymak bilmeyen iştahından, öyle yitirmişiz ki aşk’a ve dürüst insanların da olabileceğine inancımızı, ilaç gibi geldin capri sun… Hoş geldin… :)

İşte bu iki kahramanın başlattığı güzel mi güzel, tatlı mı tatlı bir aşk yeşeriyor gözümün önünde, her anına şahit olduğum, kahramanlarından ayrı ayrı dinlediğim, yeniden varlığına inanmama sebep olan tuhaf bir şey…

Güzellikler içinde devam etsin dilerim…

Halbuki bizdik, aşk deyince, bir küçük çıtırtıda yada kabuğuna vurulunca yuvasına kaçan kaplumbağa gibi saklanan, bir hoyrat ayak sesiyle dikenlerini çıkaran kirpiye dönen…
Kim bilir hangi savaş yarasıyla hırçınlaşmıştık, göz gözü görmez meydanlardan çıkıp gelmiş savaşçıların yaraladığı yüreklerimiz her geleni o savaşçı ile kıyaslarak arkamıza bakmadan uzaklaşmamıza sebep olmuştu…

Üzerini özgürlüğümüze olan inançla, eyvallah etmez dik başlılıklarla, kavgadan kaçmayan cesaretimizle, zımbayla, çiviyle, betonla örttüğümüz o yüreklerimiz, yumuşadı sanırım bir miktar… Beş parmağını beşi de bir olamazmış gördük, her insan aynı değilmiş, tertemiz kalanlar da varmış ve onlar bizi gelip bulurlarmış öğrendik…

Aşk; Yaş ilerledikçe zorlaşıyordu.
Zorlaştıkça azalıyor.
Azaldıkça yabancılaşıyor...
Yabancılaştıkça da inancımızı azaltıyordu…
Aşk... Hepimizin içinde koskoca bi özlemdi...

Şimdi ise; Bir an için bütün bu düşüncelerden sıyrıldığımız... “Hani ya olursa” diye niyet ettiğimiz... Bir an için görmüş geçirmiş bir erdemle el uzatıp gönül vermeye koyulduğumuz bir şey halini aldı... Çok mutluyum sizin adınıza... Dilerim hiç bitmesin, dilerim hep en güzeli ne ise onu yaşayın ve dilerim sevgiye ve sevginin tüm zorlukları aşabileceğine olan inancınızı kaybetmeyin…

-biliyomusun deli gibi seviyorum onu duygu! çılgınca yanı ne bileyim bana dese ki “kaan gel” anında çıkıp gideceğim o derece…
-şimdi bir izin almam lazım senden kapo.
-nedir?
-şu anda yazdığını yazımın bitişinde kullanmak istiyorum var mı izin?
-yaaaaa duyguuuuu…
-ya lütfen kapo yaa..
–iyi tamam koy gitsin yaaa seviyorum zaten neyi esirgeyeceğim... :)
-Ha şöyle yaa aslanım benim tamam yaşasın!

Gizlediğiniz, göstermekten korktuğunuz, içinize, kendinize sakladığınız herşeye sobe! =)

Bir varmış, bir yokmuş diye başlayan masallara nispet olsun diye değiştiriyorum başlangıcını,
Bir varmış ve diliyoruz ki hep kalacakmış olarak…
Gökten üç elma düşürüyorum… İkisi size birisi de bize…
Kolay gelsin ikinizi de…

Salı

Bir Ben...

Odadaki tek müzik bilgisayarın fan sesi.. klavyenin tuşları tıkırdıyor harflerden kelimelerimi diktikçe.. kapı, pencere, perde, ışık kapalı.. duvara resmimi çiziyor ekrandan çıkıp beni etraflıca geçen ışınlar..üzerimde siyah bir atlet bir de eşofman var.. yanımda kahvem, oturdum yatakta, ayaklarımı yere doğru sarkıttım.. kucağımda bilgisayar, aklımda sadece yalnızlık var...

Biliyorsun, uzaktayken hep daha yakın oldum sana ben.. ama hep bir kırılma noktası vardı sensizliğin.. hep bir yoksunluk sendromu sınırı.. belki seyreltilmiş mesajlar, ya da bir iki telefon konuşmasıyla vücudumun ihtiyacı kadar sen, bir şekilde emilirdin hücrelerime.. gel gör ki; tuz içinde bıraktılar seni, plazmoliz oldum ben…

Plazmoliz: Hücre protoplazmasının su kaybı nedeniyle yıpranması idi… sensizlikten yıprandım… seninle iken daha da yıprandım… ve neden bunu yaşattın bana yeniden bir türlü anlayamadım…

hayat tur bindiriyor zamana, nasıl da geçiyor…

Başım önümde, kamburum sırtımda.. omuzlarım düşük…yine kapalı her şey: cam kapı pencere perde mafyası.. gece yarısı olmadı daha.. kalan yarıdan fazlası var önümde.. gel gör ki; kimse yok.. telefon açıp konuşacağım, anlatsam anlayacak, beni suçlamayacak, yargılamayacak, öylesine bile olsa çıkıp turlayacak kendimden başka kimse yok… tek dertli ben olsaydım keşke… ama herkesin anlatacak vakti var, kimsenin dinleyecek zamanı yok… saydam.. şeffaf.. mutlak yalnızlık…ellerime sağlık…

Çıkma yoluma Duygu… yazdım bitirdim ben içinde sen olan herşeyi... bahsettiğin, savunduğun her şey vaktiyle akıp gitti gözlerimden.. sen yokken senin için yeterince üzüldüm ben… söylesene bu kaçıncı? bu kaçıncı yarım yamalak veda? ne fark edecek? ne değişecek sen değişmeden…???!

Daha kaç sabah bekleyeceğim? Ve sen kaç gece gelmeyeceksin…? Git benden… Ve bir daha çıkma… Başka bir ben istiyorum... senin gibi bencil, senin gibi sevgi nedir bilmeyen bir ben... böylesine bir acıya sebep olacağını bile bile sırf kendi çıkarları uğruna herkesi ayağına dizen, ben böyleyim diyen bir ben gerek bana... Ben böyleyim diyerek sıyrılan ve zerre kadar acı çekmeyecek olan bir ben...

Süslediğin cümleler, başkalarını yaralar artık Duygum… Aslında kimseyi yaralamaz, sadece kulağa hoş gelir… İçimi acıtan adam… bıktım... gece vakti... öğlen güneşi... odamın duvarları… saçımın rengi... gittiğim sinemalar... sevdiğim filmler, yönetmenler… senden önce ben normal bir insandım... kendi yağımda kavrulurdum... yaktın... yandım…

Şimdi duygu hanım, adının baş harfini bile büyük yazmıyorum öyle istemiyorum seni ama geç aynanın karşısına… kan toplamış, şişmiş gözlerini arala... bak bana… “bitti” de… alışmamız lazım… anlamaya çalışmamız, kabullenmemiz lazım… Ama bu hissi, bu öfkeyi yiyemiyorum… yutamıyorum… yazıklar olsun dayanamıyorum… Saflığına, salaklığına katlanacak tahammülüm bile kalmadı…

Belkiler”le doldurdum içimi… “keşkeler” biriktirdim yastığımın altında…

Senden bir ben aldım.. eve geldim bin tane.. dolanıp duruyorlar etrafımda..

hangisi gerçek bendim acaba? darmadağın kaldım yine…
Unutacağım seni, yana yana sileceğim hafızamdan ve yeni bir ben yaratacağım paramparça olan içimden, dışımdan kalanları birbirine yapıştırarak... Gör bak neler olacak...

Pazartesi

Başbakamayan İle Geçen 7 yıl...Satılıyoruz!!!!

Adaletsiz Kalkınmasız Politikalar


Herşey Türkiye için — - –----> İMF’siz başaramayız
Avrupa Birligi üyesi olacağız–> İslam Birliği kutuğlaşmadır.
Baş Örtüsü Namus Borcumuz–> Baş örtüsü zulmü devam ediyor
Bizim kırmızı çizgilerimiz var —> Kerkük ve Kıbrıs’ta Çizgiler kalmadı
Eğitimde Eşitlik–> Meslek lisesi ve İmam Hatip katsayısı Adaletsizliği devam ediyor
İşsızlik azalacak —> %6 dan %25 ‘e Çıktı
Besicilik Artacak —-> Domuz Etinin Serbest olduğu Çiftliklere kredi veriliyor
Yolsuzluk ve vurgunlara son—> Yolsuzlukların adresi oldular
Vergiler Azalacak—> Vergilerin adları sayılmaz oldu
Irak a Özgürlük Gelecek—–> Kan gözyaşı ve zulme ortak oldular
Dünyada Barış Olacak —–> Büyük Ortadoğu eş başkanı oldu
İmam Hatipler açılacak—–> Havra- sinegog- klise açılıyor
Tarihi Camilere Sahip çıkılacak —> Camiler müze oluyor
Esnaf Büyüyecek—-> protestolu senet artıyor siftahsız kepenk kapatılıyor
Gençlere iş Bulacağız—> Gençler Madde bagımlılığına ahlaki ve manevi çöküntüye sürükleniyor
Doğal kaynaklarımıza sahip çıkacağız—> Petrol yasayla Yabancılara Peşkeş Çekiliyor
Lider Ülke Olacağız—–> Bizim medeniyetimiz batı medeniyetine yenik düşmüştür
Çiftçi Kalkınacak—-> IMF Emri ile Tütün-Pancar- Mısıra kota getiriliyor
Meydanlarda Halka Söz verdiler—-> Rantiyecinin Dış Güçlerin sözünü tutuyorlar

VE TÜM BUNLARA RAĞMEN AKP İKTİDARI 7. YILINI DOLDURUYOR…
AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılında hazinenin iç borç stoku 150 katrilyon, yani o zamanın dolar kuru ile 92 milyar dolar iken, bu borç 2007 yılı sonu itibariyle 180 milyar dolara ulaşmıştır. Dış borç ise, AKP’nin iktidar olduğu dönem başında (2002) 171 milyar dolar iken, bu borç da 2007 yılı sonu itibariyle 302 milyar dolara yükselmiştir.
302 milyar dolar dış borcun 84 milyar doları devletin dış borcu, 114 milyar doları özel sektörün dış borcu, 80 milyar doları sıcak para girdisinden, 24 milyar doları ise yabancıların mevduatından oluşmaktadır. Yani, AKP iktidarı döneminde, dış borç % 77 artarak, 131 milyar dolar artmıştır.
Böylece, AKP döneminde iç ve dış borç toplamı 263 milyar dolardan, 482 milyar dolara yükselmiştir. 180+302=482 milyar dolar. Ekonomideki bu feci gidişata rağmen, AKP hükümetinin hâlâ ekonominin uçuruma gidişini örtbas etme gayretlerine doğrusu şaşmamak mümkün değildir. AKP’nin ekonomi karnesinin bu perişanlığına ilaveten dönemlerinde icra edilen İLKleri sıralayacak olursak:

1- İlk defa bir başbakan zam isteyen memur sendikalarına “IMF’yi ikna edin” dedi.
2- İlk defa bir bakan “tezkere geçmezse memura maaş ödeyemeyiz” dedi.
3- İlk defa ekonomi büyürken, istihdam yerinde saydı, keza ilk defa cari açık verilirken döviz kuru sürekli düştü.
4- İlk kez cari açığın üstünde borçlanma yapıldı.
5- İlk kez Yunan Kilise Bankası Türkiye’de banka aldı.
6- İlk defa domuz kesimlik hayvanlar sınıfına alındı ve teşvik kredisi verildi.
7- İlk defa kamunun kamuya olan borcu piyasadan borçlanılarak ödendi. İlk defa düşük faizli dış borç yüksek faizli iç borç ile ödendi.
8- İlk defa döviz sürekli düşerken, döviz cinsi borçlar TL cinsi borca çevrildi.
9- İlk kez İsrail’li işadamına gizli bir şekilde 800 milyon dolar kaynak aktarıldı.
10- İlk defa bir başbakan işsizliğin dünya gerçeği olduğunu söyledi.
11- İlk defa yabancı rantiyecilere vergi muafiyeti tanındı.
12- İlk defa bir kanun daha uygulanmadan değiştirildi. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile Türk Ceza Kanunu daha yürürlüğe girmeden değiştirildiler.
13- İlk defa bir kanun bir haftada iki kere değiştirildi. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu bir haftada iki kere değiştirildi.
14- İlk defa Petrol Kanunu ile yabancılara 50 yıllık imtiyaz verildi.
15- İlk defa zina suç olmaktan çıkarıldı. İlk defa kapkaç diye bir sektör ortaya çıktı.
16- İlk defa bir başbakan çiftçilere “gözünüzü toprak doyursun” dedi.
17- İlk defa bir başbakan Müslüman topraklarını işgal eden Hristiyan ABD askerlerinin sağ salim ülkelerine dönmeleri için dua ettiğini açıkladı.
18- İlk defa borç gayrısafi milli hasılayı aştı. İlk defa şirketlerin yatırım istisnası kaldırıldı.
19- İlk defa bir başbakan “bir dönem dini kullandık” dedi.
20- İlk defa dar gelirlilerin alım gücü bu kadar düştü.
21- İlk defa bir başbakan yapılan bir ihaleden önce uçak istedi, sonra mercedese razı oldu.
22- İlk defa enflasyon % 10 artarken, pancar fiyatları 99 kuruştan, 88 kuruşa indi.
23- İlk defa fındık üreticileri taban fiyat sebebiyle perişan oldu ve en büyük mitingini yaptı.
24- İlk defa bir başbakan ve dışişleri bakanı, İslamiyet’i yok etmeye yemin eden bir papanın heykeli önünde fotoğraf çektirdi ve AB Anayasasını imzaladı.
25- İlk defa iletişim sektörünün tamamı yabancıların kontrolüne geçti.
26- İlk defa bir başbakan Türkiye’yi pazarladığını açıkça itiraf etti ve toprak satılıyorsa “alıp götürmüyorlar ya” dedi.
27- İlk defa bir başbakan “borç yiğidin kamçısıdır” demekle borçlanmayı başarı olarak gösterdi.
28- İlk defa bir cami kiliseye çevrildi.
29- İlk defa kilise ve havralar imar planlarında yer aldı.
30- İlk defa bir başbakan Yahudi think tank kuruluşundan “üstün cesaret ödülü” aldı.
31- İlk defa Türk askerlerinin başına ABD güçlerince çuval geçirildi.
32- İlk defa TBMM tarafından tezkere reddedilmesine rağmen, Dışişleri Bakanlığı genelgesi ile Amerikan savaş araç ve gereçleri Türkiye üzerinden Irak’a aktarıldı.
33- İlk defa bir başbakan baş danışmanı Amerikalılara başbakan için, “bu adamı kullanın, dini inancı size yardımcı olacaktır, onu süpürge deliğinden aşağıya atmayın” dedi.
34- İlk defa bir Türkiye Başbakanı, 22 İslam ülkesinin sınırlarını değiştirecek olan Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı oldu.
35- İlk defa bir başbakan açız diyen işçiye kızarak, “ananı al da git” dedi.
36- İlk defa bir başbakan pkk’nın kurucusu ve ilk lideri olan Abdullah Öcalan’dan bahsederken “sayın Öcalan” şehitlerimize için ise “kelle” cümlelerini kullandı.

SATILIYORUZ!!!!!!!!!!!
Ve Akp’li Maliye Bakanımız Kemal Unakıtan’dan İnciler…
BEN BU ÜLKENiN PAZARLAMACISIYIM ....
Kemal Unakıtan ...
"Sümerbank tarihten siliniyor.Elinde bir şey kalmadığı içinismini de kaldırıyoruz."
Kemal Unakıtan
SEKA iÇiN SÖYLEDiĞi
"Stratejik yer imiş.Ne stratejisi,önemli olan müşteri bulmak.Müşteri gece gelsin,pijamayla çıkarım karşılarına.Seviyorum bu işleri arkadaş."
Kemal Unakıtan
ŞEKER FABRiKALARI iÇiN SÖYLEDiĞi
Kar edeni de, zarar edeni de satacağız!"
Kemal Unakıtan
TEKEL iÇiN SÖYLEDiĞi
"Babalar gibi satarız!"
Kemal Unakıtan
PETKiM iÇiN SÖYLEDiĞi
"Ülkenin işgal altına girdiğini söylüyorlar.Gelsinler işgal etsinler!"
Kemal Unakıtan
TÜPRAŞ iÇiN SÖYLEDiĞi
"Parayı veren düdüğü çalar.TÜPRAŞ'ı Ruslara satar mısın,diyorlar.Satarım arkadaş"
Kemal Unakıtan
TELEKOM iÇiN SÖYLEDiĞi
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım,20 bin Dolar veren herkese,TELEKOM' a ait Bilgileri vereceklerini söyledi.Burada utanç verici olan, bunu ima etmek için kullandığı cümle:Binali Yıldırım; " bin dolar veren kızımızı görür" diyor
LiMANLAR iÇiN SÖYLEDiKLERi
"Ne banka bırakacağız, ne fabrika,Ne de işletme. Liman da bırakmayacağız.Hepsini satacağız!"
Kemal Unakıtan
Şimdi bu kadar şeyden sonra ne söylersek az olur değil mi?
-Ki zaten bu kadarla kalmıyor…
Bu konular subjektif yaklaşılması gereken konulardır, bende öyle yapacağım;
Satıldı denilen bütün kurumların ''ak parti kasasına para girsin'' mantığıyla satılmamıştır. satmak yerine özelleştirmek kelimesini kullanırsak daha iyi olur. niye diye sorucak olursanız, ak parti hükümetinin bu kurumlar üzerindeki ekonomi politikası şu şekildedir; bütün zarar eden işletmelerin %49'unu yabancı şirketlere vererek sıcak paranın bir nebze de olsa ülke içinde kalmasını sağlamak ve elde edilen karla yeni işletmeler açmaktır veya satılan işletmeleri tekrardan geri alabilecek düzeye gelmesini sağlamaktır gibi düşünceler türer oldu son zamanlarda…
Çocuk kandırmayalım ve az buçuk nedenlerini araştıralım özelleştirmelerin. Çok merak ediyorum bu satılanların hepsi hükümete yük olan kuruluşlar mıydı? Hiç sanmıyorum. Bazı stratejik kurumlar elde tutulmalıydı. Bu kurumlardan zarar edenler vardı, ama zarar eden etmeyen tüm kurumlar satıldı. Karşılığında da komisyonlar ceplere indirildi tabi. Bunun benzeri akpli belediyelerin gayrimenkul satışlarında oluyor. Satış karşılığında komisyon alınıyor. Yakın geçmişteki şaban dişli olayında ve Gaziantep büyükşehir belediyesi'nde olduğu gibi. Herneyse...
Örneğin bir telekom zarar mı ediyordu?
Hayır.!!!
Fransa kendi telekomunu yabancılara sattı mı?
Hayır.
Neden satmadı ?
Çünkü stratejik önemi var.!!
Bugün bakıyoruz abd bazı şirketlerini kamulaştırma yoluna gidiyor. Çünkü kapitalist sistem o kadar vahşileşmiş ki, buna karşı önlem almak kaçınılmaz oluyor.
Evet özelleştirme her sanayileşen ülkede yapılmalı. Daha iyi hizmet için bu şart. ama uzun süreli yapılan satışlar Türkiye'nin geleceğine ipotek koymaktadır. Akp'nin buna hakkı yoktur.
Devletin zarar eden ya da kağıt üstünde ediyormuş gibi zorlanan kurumlarını satarak çözüm üretemezsiniz. 100 liralık bir malı, zarar ediyordu gerekçesiyle 1 lira'ya satarsan-ki bu kamu malıysa bunun adın özelleştirme ya da elden çıkarma değil, peşkeştir.
Petkim zarar eden bir kuruluş muydu?
Tüpraş zarar eden bir kuruluş muydu ?
tekel? mersin limanı?
iskenderun limanı?çeşme limanı? kuşadası-dikili-TRABZON LiMANLARI ?
iskenderun demir çelik fabrikası?
şeker fabrikaları?
termik santraller?
milli piyango?
erdemir ?
türk telekom?
sütaş?
kıbrıs türk hava yolları?
tedaş?
YURDUN HER YERiNDEKi SOĞUK HAVA DEPOLARI?
TUZ FABRiKALARI.?
MADEN iŞLETMELERi?
YÜZLERCE VAR, YAZMAKTAN YORULUR iNSAN.
Bunların hepsi zarar ediyordu. bi daha okuyalım yukarıdan aşağıya. Türkiye'de şu an en fazla gelir getiren kamu mallarıydı pek çoğu!
Saymakla bitmeyen ve bu hükümetin gerçekten satıcı olduğunun göstergesi olan listedir yukarıda ki…
Bazı arkadaşlar da bunu hafife alarak dalga geçmektedir. İsrail nasıl oluşmuş bilmeyen ama her fırsatta kahrolsun israil diyen, müslümanım diyen ve her fırsatta amerika yanlısı hareket eden kişilere bazı gerçekleri anlatmak deveye hendek atlatmaktan zordur.
En basiti Telekom, adamların ne yaptığının, iletişimi kesmeyeceğinin garantisini verebilirler mi bu dışarıdan ahkam kesen özelleştirme iyidir arkadaşım diyerek hariçten gazel okuyan kabadayılar?
Bilmeyenler için Türk'ün Ateşle İmtihanı-Halide Edip Adıvar okuyun da o kritik şeylerin ne kadar da önemli olduğunu anlayıverin. Yakın geçmişi bilmezsek, şimdiyi anlamak, yapılanları görmek çok zor oluyor maalesef…
Aslında en acısı, en çok koyanı da 16 mayıs 2008 tarihinde yani Atatürk'ün bandırma vapuruyla samsun'a doğru yola çıktığı gün samsun limanının satışıdır. Yazıklar olsun...!! Bu topraklara bastığınız her adım, içilen her yudum su, bu vatanı satanlardan bir gün kat be kat çıkacaktır…
Bir ülkenin en önemli değeri değil midir toprak? Filistin'in bu hale gelmesinde Yahudilere sattıkları toprakların neden olduğunu bilmiyor muyuz? yok özelleştirme yeri geldiğinde iyimiş yok dışarı açılmamız lazımmış falan filan her şeyi geçtim;Biz bu toprakları kanımızla canımızla almadık mı, kanımızla canımızla korumadık mı niye satalım!!! Satılmasına neden, nasıl izin verelim, razı olalım, göz yumalım??!!!
“AK PARTİ” Adalet ve kalkınma partisi'nin insanları kullanmaya zorladığı, tüzüğünde belirtilmiş resmi kısaltmasıdır. Bana göre anti-demokratiktir. Hiç kimse ak olduğuna inanmadığı bir şeye ak demek zorunda değildir. Ayrıca akp denildiğinde neyin kastedildiği de zaten aşikar…
ŞİMDİ ÇAMUR ATMALARA KARŞI BAŞTAN SÖYLÜYORUM, TÜRK’ÜM!!..MÜSLÜMANIM!!..HİÇ BİR PARTİ VEYA ÖRGÜT İLE BİR ALAKAM YOK…SADECE VATANINI SEVEN VE KORUMAK İSTEYEN BİR TÜRK GENCİYİM…BU KADAR…
Atam, hala yaşıyorsak: Edepsizlik sayesinde!
Altı oku soruyorsan, Politika dehlizinde!
Hele partin senden sonra, evrimlerin tavizinde!
Vasfedeyim halimizi, Kalemime ver izin de!
Yobazlarla gericiler, Onlar bizden daha zinde!
'Atam, atam...' derler ama, Bir adınız var sizin de...
Halkçılıkla devletçilik: Anlatamam, çok hazin de...
Çoktan beri sahteciler, ağır çeker her vezinde!
Tek umut var, o da yalnız, Amerikan dövizinde!
Sorma ata'm, halimizi, Hal mi kaldı anlatacak...
İşte geldik dizindeyiz! Yata yata çok yorulduk,
Tatil yaptık, izindeyiz!
Sanayide henüz daha,
Cafer için lazım diye, Amerikan bezindeyiz!
Geçeceğiz avrupa'yı Ama şimdi izindeyiz!
Hocamız var, hacımız var, Uçan kuşa borcumuz var,
El oğlunun ağzındayız! Ama bizi zor bulurlar,
Bahar, yaz, kış izindeyiz!
Evet, doğru söylemişsin: 'Türk milleti çalışkandır! '
Biz de senin tezindeyiz!
Dinlenmekten yorulduk da, Onun için izindeyiz!
Zinde kuvvet diye söz var, kimse bilmez adresini,
Ah izindeyiz, vah izindeyiz!
Bugün değil, bu yıl değil, Çoktan beri izindeyiz!
İlerledik ata'm öyle,
Şimdi görsen tanımazsın:
Amerikan tarzındayız!
Arasan da bulamazsın,
Otuz yıldır izindeyiz!
Aziz Nesin

Perşembe

Duvar... Adaletsizlik... Hayat... Bir Gün...

Çıkıyorum şirketten, saat daha sabahın 10:30’u…
Sabah 08:30’da geldim şirkete. Bir fuara katılıyoruz Fransa’da ve şirketi fuara hazırlamak benim işlerim arasında, sabahın 6’sında kalktım, bir duş aldım, beyaz bir gömlek giydim dik yakalı, üstüne kırmızı, önden düğmeli, V yaka bir bluz, gömleğin yakalarını bluzun dışına çıkardıktan sonra yakaları aşağı katlamadan, kat kat dökümlü bir kolye taktım, bir tek bu kolyemi seviyorum, şıkır şıkır… Altımda kareli, bej rengi İspanyol kesim bir pantolon, onun altında bej rengi ufak topuklu ayakkabılarım var.
Tam bir iş kadını gibiyim bugün, ıslak saçlarımı tepemde topluyorum, Maslak’ta fön çektiririm nasılsa, makyajımı yaparken aynaya bakıyorum, kendimi bir şey sanıyormuşum gibi bir izlenime kapılıyorum, bu his hoşuma gitmiyor ama gülümsetiyor, havada nasıl sıcak, nasıl güzel…
Ah şimdi atlayıp Büyükada’ya gitmek vardı, ne çok severim Büyükada seni, yazını, kışını…Büyükada’da olma hayalleri kursam da, benim bugün yapacak ne çok işim var.

Daha masa başına oturup bitirmem gereken dünya kadar iş varken bu toplantılar yüzünden bütün hafta hiç bir şey yapamaz oldum, iş yerine varana kadar bunları düşündüm, bugünü atlatır atlatmaz, akşam şirkete gidip tüm maillerimi cevaplamalı, gelen telefonlara geri dönüşler yapmalı, masa başı tüm işlerimi halletmeliyim yoksa Cuma akşamı teslim edeceğim rapordan sonra sağlam bir zılgıt yemem muhtemel. Neyse maillerimi okudum hemen, o sırada kepekli,beyaz peynir, domatesli, yağsız bir tost ve bir şeftali suyu istiyorum, sabahları burada çıldırmamak elde değil Allah’ımm! İnsanlar neden bu kadar suratsız, neden bu kadar mutsuz ve en merak edileni de ben bu korkunç duruma daha ne kadar dayanacağım.
Altı üstü, zaten işi olan bir şey istiyorum bu insanlardan ama insanlarımız o kadar seviyorlar ki kendi işi dışında her şeye maydanoz olup da, asıl yapmaları gereken iş istendiğinde sanki küfür etmişsin gibi bir tavır takınmayı, çıldırmak üzereyim !!
Be kadın, eski şirketimden arkadaşlarımla yemeğe çıkma planları yaparken
“x’de gelecek miymiş? Dün aradı seni sordu toplantıdaydın ama ben dışarıda dedim kıskansın diye, çiçek gönderecekmiş sana bak buranın açık adresini istedi kızzz sende az yumuşa barışın bak, üzgün çocuk. Sahi niye üzgün? Ne oldu aranızda?” diye sabah sabah başıma ekşimeyi, dedikodu yapmayı biliyorsun da,
“Aman istemem Sema gelen bir şey olursa geldiği gibi geri gider bak sakın masamda görmek istemiyorum bugün üç tane toplantım var akşam geleceğim şirkete sakın tamam mı, hem ne olduysa oldu ya aaaa her şeyi bilmek zorunda mısınız?! Sen bana bi tost bir de şeftali suyu getirsen de ben iki dakika hemen kahvaltı etsem bence vatana millete daha yararlı bir şey yapmış olursun” deyince niye gözlerini devirip surat asıyorsun!!
Her neyse tahammül sınırlarım zorlanıyor, sabrım deneniyor şu sıralar burada. Maillerimi kontrol ederken hızlı hızlı kahvaltımı yapmaya çalışıyorum, sevmiyorum bu aceleyi, iki ayağımın bir pabuca girmesini…

Öğlen toplantım var reklam ajansında, sonrasında bir dergi ile reklam sayfaları ve tasarımları konusunda görüşeceğim, ardından da organik ürünlerle ilgili O.M’nun kliniğinde birkaç diyetisyen ile röportaj yapmam lazım... Maillerimi okuyup, önemli ve cevaplanması acil olanları işaretleyip, kahvaltımı ederken bir yandan internette neler olup bitmiş diyerek gazetelere şöyle bir göz gezdirdikten ve yapılacaklar ile ilgili listemi hazırladıktan sonra saate takılıyor gözüm 10.30 olmuş, boşta olan bir arabanın anahtarlarını çaldıktan sonra koşarak çıkıyorum şirketten, önce bir fön çektirmem gerek böyle gidemem ki, neyse Ayazağa’dan çıktım Levent’e geçiyorum, Maslak’a gidecek vaktim yok, Levent’te bulurum bir kuaför derken cadde üzerinde görüyorum bir tane, zar zor bir park yeri buluyorum, koştura koştura “acil fönüm var!” nidalarıyla giriyorum kuaföre. Onlar fönümü çekerken ben rimelimi, allığımı tazeliyorum ve hazırım...Güzelim... Yaşasın!
45 dakikam var, oh şükür… Bu nasıl bir gün Allah yardımcım olsun...
İlk toplantım Levent’te olduğu için bir pastane görüyorum kuaförün karşısında, gidip oturuyorum, aceleden bir sigara bile yakamamıştım, bir çay söylüyorum, en azından yirmi beş dakika keyiflik zamanım var. Gelen, geçen insanları izliyorum. Hayat nasıl bir telaşla geçiyor, hiç değmeyecek bir acele var herkes de, bende dahil.
Mayıs ayları, hava ne çok sıcak ne de soğuk, senenin en güzel zamanları, mayıs gülleri açıyor, sağlıklıyım ve bir işim var… Eh pek çok insandan daha şanslı sayılırım diye düşünüyorum, karşıda ki Ziraat Bankası’nın köşesinde, yerde oturan dilenciyi görünce, yaşanılan hayatlar ne kadar adaletsiz, kim bilir nasıl bir hayattan, ne yaşanmışlıklardan sonra bu hale düştü o yüzü gözü sakaldan görünmeyen adam…
Kalkıyorum… Ajanstayım, bu kadınlarla görüşmekten nefret ediyorum! Neyse ki çok sürmedi ama saat 13.30 olmuş, bu ukala yaratıklara dayanamadığım halde zaman çabuk geçti, herhalde ben kendimi iyi hissediyorum bugün ondandır, ilk toplantım bitti, bir sonra ki bir buçuk saat sonra Nişantaşı’nda, iyi erken bitti işim, güzel bir zaman çizelgesi hazırladık, sanırım yetiştirebileceğim, hatta 1-2 gün, eksik olan, problem çıkaran bir şey var mı diye kontrol edebilecek zamanım bile olabilecek, çizelgeye bakarsak… Neyse atlıyorum arabaya, Nişantaşı’na… Beşiktaş’tan giden yol çok kalabalıktır şimdi, nefret ediyorum bu trafikten, Gültepe tarafından gideceğim, bir miktar tehlikeli ama olsun, trafikten iyidir…
Veee Gültepe’nin meşhur Talatpaşa caddesindeyim, burayı kazasız, belasız geçebilirsem sokağın sonundan sola doğru döndüm mü Nişantaşı’na çıkan yokuşa varmış olacağım… Hadi bakalım… Sokağa giriyorum, yokuşu inip sağa dönüyorum ve şahane....Ciyak ciyak pembeler giymiş, basma etekleri, kollarında, boyunlarında şıngır şıngır altınları, ağızlarında sakızları ile 4-5 kişilik bir kadın topluluğu oturuyor tam sokağın ortasında bir masa kurmuşlar, masanın üzerinde dilimlenmiş karpuzlar, peynirler… Oh valla… İmreniyorum onlara bazen, hatta insem bende otursam aralarına, nasıl keyifliler, gerçi bir araba’nın üstlerine geldiğini görünce pek keyifleri kalmıyor anlıyorum suratlarından. Ayağa kalkıyorlar, dua ediyorum içimden sorun çıkmasın diye, herkesle kavga edilirde, bunlarla olmaz işte… Durdum, birbirimize bakıyoruz, camı açıp rica ediyorum, müsaade istiyorum ama yok,
“Bin kere mi söylüceeez size biz!! Bu mahalleye girmeyin diye! He?! Çekilmiyorum, nerden gidersen git, g.tün yiyosa da buradan geçersin!” diyor en esmer ve en şişman olanı, birkaç kere daha rica ediyorum fakat sesim gittikçe keskinleşiyor, kalınlaşıyor, kaşlarımın üzerindeki kaslar yukarıya doğru çekiliyorlar hissediyorum, sinirleniyorum… Çekilmeyecekler… Ama buradan geçmek zorundayım, camlarımı kapatıyorum, klimayı açıyorum, kapıları kilitliyorum ve kornaya asılıyorum, kornanın sesi tüm sokakta yankılanıyor, ben inadına çekmiyorum elimi, onlar inatla çekilmiyorlar...Bir kaç dakika korna sesi eşliğinde onlar bana, ben onlara, bakışıyoruz ve hepsi ayağa kalktı… Sı.tık!

Şimdilik arabaya doğru yürümüyorlar, bu iyi, eğer yürürlerse bende yavaştan üstlerine sürmek durumunda kalacağım ki bunu, o masanın üzerinden geçmeyi hiç istemiyorum, itiraf etmek istemesem de korkuyorum bu durumdan, elim hala kornada, bir ayağım frende, bir ayağım debriyaj’a yarım basıyor, o anda bir adam camımı tıklatıyor, bir an zıplıyorum olduğum yerden, ayağım frenden kaçıyor ve araba bir süreliğine hareket ediyor, neyse hemen tekrar basıyorum, ufak bir sarsılıyoruz, elimi kornadan çektim adama bakıyorum,
“bak zaten o saçların, şu kıyafetin yüzünden yanacaksın yukarıda cayır cayır, seni oraya erken göndermeyelim, bu mahalleden geçişi yasakladık aylar önce ama anlamamakta ısrar ediyorsunuz” diyor.
En fazla 40 yaşlarında, karşıdaki o 5 kadında arabanın yanına geldiler, önüme bakıyorum masa haricinde sokak boş, çocuk falan yok, hatta umarım çıkmaz...Hani biraz hızlanabilir ve kaçabilirim.
Cesaretleniyorum fakat o an hiç istemediğim bir şey oluyor ve çeneme hakim olamayarak adama dönüyorum.
“Sen bu kafayla gidersen orada yanarken en azından sıkılmayacağım! Böyle devam edin..” diyorum, yavaş yavaş ayağımı fren ve debriyajdan çekerken vitesi 1'e alıyor ve aynı anda gaza yükleniyorum, arkamdan bir sürü küfür saydırıyorlar, adam bir an koşmaya yelteniyor ama sonra o da ilk önce tükürüyor sonra da el kol hareketleriyle küfürler ediyor, masanın, tabakların, karpuzlarının, mis gibi keyiflerinin üzerinden geçtim, sonrasını görmüyorum, sola dönerken biraz savrulsam da ilk defa umursamadım ama üzüldüm, mecbur olmasam asla yapmazdım da… Hak ettiler ama ne olur beş dakika çekilseniz… Nişantaşı’na çıktım ya, City’s’in önünde duruyorum bir süre, derin bir nefes alıp arkama yaslandığım an,sırtımın nasıl ağrıdığını ve terlediğini fark ediyorum, yola devam ediyorum ama gözlerimden yaş geliyor bir yandan, sinirlerim bozuldu herhalde…

Telefon da tam çalacak zamanı buldu! Neyse iyi haber, toplantıyı 1 saat erteleyebilir miyiz? Diye soruyorlar, bu demek oluyor ki zaten normal toplantı saatine 1 saat varken şimdi 2 saat boş vaktim var, keşke bilgisayarımı yanıma alsaydım en azından bir yerlerde otururken bilgisayar başında yapabileceğim işleri hallederdim ama öyle bir gerildim ki seviniyorum bu habere, biraz dinlenebilir, toparlanabilir hatta bir şeyler yiyip bir de kahve keyfi bile yapabilirim fakat burası öyle bir şehir ki, daha bir sokak önce Çingenelerin ortasındayken şimdi İstanbul’da görebileceğim, en lüks yaşayan insanların içindeyim. Bir duvar resmen iki dünyayı birbirinden ayırmış, ne kadar adaletsiz bir düzen içindeyiz, bende o mahallede yaşayan biri olsaydım belki bende buradaki bu insanlara tepkili olabilirdim diye düşünüyorum, belki…

Nişantaşı’nı, bu Amerikan özentisi insanlarını ve mekanlarını sevmediğim halde çok lüks bir restorandayım, toplantı burada olacak. Öğlenleri şirket dışında toplantı yapma modasını seviyorum aslında. Ofis gerginliğinden uzakta daha eşit koşullarda gerçekleşiyor görüşmeler. Gerçi görüşme saatinden bir hayli erken ulaştım mekâna, önce bir lavaboya gidip kendime çeki düzen veriyorum, dudaklarıma kadar bembeyazım, yanaklarım ise kıpkırmızı olmuş, bu şekilde gerildikten sonra bir süre toparlanamamaktan nefret ediyorum, ya o panikle, kaçacağım diye düşünürken stop ettirseydim arabayı...Hırrrr…

Neyse restoranın bahçe kısmı açılmış. Sıcacık bir güneş var ve ben sadece bu yüzden çok mutlu olabilirim. Şu iki saat kafamı dinlemek istiyor, telefonlarımı kapatıyorum. Garson geliyor, menüye bir göz gezdiriyorum, okuyabildiğim tek Türkçe yemek “Köri soslu tavuk” yanına da buz gibi bir kola istiyorum ve etrafa bakınmaya başlıyorum.Masalardaki kalabalığın büyük çoğunluğu takım elbiseli iş adamları ve iş kadınları. Restoranın şanına, lüksüne uygun bir görünüm sergiliyorlar.Pahalı ayakkabılar, çok pahalı saatler, çok pahalı güneş gözlükleri, çok çok pahalı çantalar...

Neredeyse Hepsinin BlackBerry’leri ve aslında çantalarında ya da ceplerinde durması gereken Mont Blanc dolma kalemleri ve krokodil tabakalı kartvizitlikleri masanın üzerinde duruyor.
Markadan yıkılıyor yani mekân. Kadınlı erkekli neredeyse hepsi somon füme salata yiyor ve birer kadeh beyaz şarap içiyor.

Ama...
Dobralık sandıkları şey... (Çoğu zaman kabalık.)
Olduğu gibi olmak diye bildikleri şey... (Zaman zaman kabalık.)
Açık sözlülük dedikleri şey... (Genellikle kabalık.)

Yeni yaşam biçimi olarak adlandırdıkları şey oldukça rahat bir yaşam biçimi artık...
Yalandan, eğilip bükülmekten, insanı iğrendirecek boyutta bir sahtelikten, yalandan övgülerden ben de hiç hoşlanmıyorum ama insanların her ağzına geleni söylemelerinden ve toplum içinde yaşam kurallarından bu denli uzaklaşmalarından da ürküyorum...

Kimseye haminne gibi akıl öğretecek halim yok ama koluna o 2 bin 500 dolarlık çantayı takabilenin ağzını ayıra ayıra sakız çiğnememesi gerektiğini bilmesi gerek diye düşünüyorum.

Yani o çanta ya da BlackBerry ya da o ayakkabı moda olan dek “medeniyet” , “görgü” moda olsa yeniden daha güzel olmaz mıydı?
Sofra adabı, güzel bir masa hazırlama, yeme içme bilgisi, sadelik, mütevazı olmak, klasik müzik ve resim bilgisi, kültür, seyahat görgüsü, siyasi bir duruş, başka insanları dinleyebilme yetisi...

Bütün bunları geliştirmek için çok paraya da gerek yok üstelik. Hatta bunlar için para hiç olmasa bile olur... O kadar çok olanak var ki artık...

Karşı masamdaki üç kadından biri ağzını aça aça, aça aça sakız çiniyor ve gözlüğünün yanında kafam kadar Chanel yazıyor. Böyle çirkin bir görüntü yok ama! Böyle bir büyük ağız, böyle bir kırmızı ruj, böyle bir çene yok! Bir de şu solaryum dedikleri şeye girmeseler, suratlarına çamur atılmış gibi, e üstüne de oldukça yoğun bir makyaj yapınca bu sıcak da akıyor tabi, tarif etmem imkansız, gerçekten çok çirkin gözüküyor… Üstelik bu üç hanım da siyah beyaz seçkin giysilerinden ve pahalı saç şekillerinden anladığım kadarıyla oldukça önemli konumlarda çalışıyorlar veya çalışmıyor olsalar bile oldukça lüks içinde yaşıyorlar. Sakız çiğnemek kadınlı erkekli kimseye yakışmasa da Armani markalı siyah ceket giymiş bir kadına hiç yakışmıyor. Hani çiğneyecekseniz bari adabını bilerek, yaymadan etmeden, görüntü kirliliği oluşturmadan çiğne değil mi? Yok…

Yemek yiyen çoğunluk sanki bu lüks yapı kompleksinde doğmuş gibi rahat görünüyor ancak görünenle davranış arasında bir üslup birliği yok!

Beyefendi çok sofistike bir kellikte; ancak telefonda anırarak konuşuyor ve biz onun o büyük dünyasındaki küçük figüranlar olarak sonsuz rahatsızlığımızı belli edemeyecek kadar kibarız…

Her neyse, yemeğimi yiyor, kahvemi içiyor, gün içinde olanları ajandama, düşüncelerim ve bakış açımla birlikte yazarak eğleniyor ve konuklarımı bekliyorum. Geliyorlar, el sıkışıyoruz, “nasılsınız?” muhabbetinden sonra toplantımız başlıyor, kibar insanlar, anlaşıyoruz, 1 saat sonra kalkıyorum, oradan doğru Beşiktaş’a O.M kliniğine, diyetisyenler toplantı odasında bekliyorlarmış, minyon, hanım hanımcık bir bayan güler yüzle karşılıyor beni ve doğruca toplantı odasına alıyor, ses kayıt cihazımı masanın üzerine koyuyorum, kısa bir tanışma ve hal hatır sohbetinden sonra başlıyorum hazırladığım soruları sormaya, konu daha çok organik ve sağlıklı beslenme ile hipoglisemi, sorularım bittikten sonra kısa bir sohbet ediyoruz, aslında estetiysen olduğumu öğrendiklerinde çok şaşırıyorlar, bu sefer onlar bana cilt ile ilgili pek çok soru soruyorlar ve birkaç maske tarifi alıyorlar…
Oldukça keyifli bir röportaj oluyor benim için. Yaklaşık 2 saat sürüyor ve oradan da kalkarak şirkete geliyorum, masamın üzerinde koca bir papatya demeti duruyor, görmek istemiyorum demiştim ama her neyse daha fazla gerilmek istemiyorum bugün, papatyaları aldığım gibi şirketin önünde ki geri dönüşüm kutusuna atıyorum, üstünde düşünmek, hatırlamak istemiyorum, sonra şaşırıyorum kendime, gururum her şeyden, herkesten önce gelmeye başladı, sonunda öğrendim işte beni hayatından defeden insanları aynı şekilde defetmeyi…
Kızlar geliyorlar aklıma, ne yapsak acaba bu hafta sonu, hem bu çiçek olayını anlatmalıyım onlara, nesli kesin "ooooh iyi yapmışsın" diyecek :)...
Neyse ararım sonra biraz dinlenmeli ve şu işlerimi bitirmeliyim…

Masama oturdum, canım şöyle pis pis bir şeyler çekiyor, kartvizitlerimi karıştırıyorum hemen, yukarda ki kafe’nin telefonunu buluyorum, bir hamburger ve koca bir tabak patates kızartması söylüyorum, 15 dakika sonra geliyor. Şirkette kimse yok bu saatte nasılsa, kapımı kapıyor, ayakkabılarımı çıkarıyor masamın altındaki çekmecenin üzerine uzatarak iki seksen yayılıp bilgisayarı kucağıma alıyorum, bir yandan yemeğimi yerken bir yandan gazete okuyorum, sonra facebook’a mesajlarıma ve şahsi mailime bakıyorum. Belli bugün de gececiyim ama yarım saati kendime ayırabilirim, hak ettim artık!
Oh… yemeğimi yedim, iş ile ilgili tüm herşeyi hallettim, yapılan röportajı yazıya geçirdim, çekilen resimleri cd’ye çektim yarın baskıya göndereceğim. Raporumu yazdım. Ajanstan gelen tasarımları onaylıyorum şu anda yada düzeltilmesi gereken yerleri yazarak tekrar geri gönderiyorum, böyle bir mailleşme devam ediyor aramızda, bende o arada bankalara ödemelerimi yaptım internetten, şirkete geldiğimde saat 19.30’du, yorgunluktan artık başım dönüyor, saat 23.30 oldu, ne zaman çıkacağımı bilmiyorum, ama ayaklarım zonkluyor, başım ağrıyor, bu halde nasıl araba kullanacağım bilmiyorum, belki buradan minibüs ile Levent’e, oradan metro ile Taksim’e, oradan da bir dolmuş ile evimin önünde inebilirim. Evet öyle yapayım, bu halde o kadar yol gidemem, hem daha iyi sabaha iki araba gelmek zorunda kalmaz, annem arabayı kullanırken bende uyurum… hehe… süper…

Tam bir pollyana idim bugün, bravo bana...
Sağlıklıyım ve bir işim var..şanslıyım...Ne güzel...
Fönümü çektirdim, makyajımı tazeledim oh güzelim..Yaşasın!...
Hava ne kadar güzel güneşli, sıcacık..Oley!
Mayıs gülleri açıyor...
ve son olarak yarın arabada uyuma düşüncesi... Güzel, mutlu hissedebiliyorum! :)

Bugün o restoran, insanların kendilerini bir halt sanması ama aslında hiç bir şey olmadıklarını görememeleri ne kadar acı vericiydi. Bulunulan statü’nün bir önemi yok aslında, insanların sana saygı duymasını istiyorsan öncelikle “görgülü” bir insan olmak yetiyor zaten. Ama nedense kadınlı erkekli bir “hamlık” giderek daha çok moda oluyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, herhangi birini taklit ederek ya da kimseyi taklit etmesen bile, kendine emek harcamadan, kendini geliştirmeden yaşamak kolay çünkü.
Zaman istemiyor. Beyin istemiyor. Enerji istemiyor.
“Ben buyum, yerse, işine gelirse” deyip çıkıyor işin içinden herkes…
Ne kadar kolay bir yaşam biçimi…
Nasıl basit bir zihniyet…
Evet, kabul, doğal olun, olduğunuz gibi davranın ama her şeyin bir zamanı,
her davranışın bir yeri var… Yok mu?
Oturma, kalkma, konuşma adabı, karşındakine, bulunduğun ortamda ki insanlara saygı diye bir şey yok mu?

Halbuki bu insanlar azıcık daha sıksalar benim annem, babam yaşında olacak insanlar…
Bize mi yanlış öğretti annelerimiz, babalarımız… Sonradan görmelik böyle bir şey işte…
Nerede, nasıl davranacağını bilememek… Kötü olsa gerek…
Belki de ben yanlışımdır bilmiyorum…

Yada… Yaşlanıyorum ben...

Kesin...

Sakız çiğneyenlere, kilosuna rağmen dar giysi giyenlere, üç kelimesinden ikisi küfür olan erkeklere, tutarsızlara, geğirenlere, sonradan görmelere, cahile ve buna rağmen çok konuşup, her şeyi çok bilene, küstahlara hiç tahammülüm kalmadı... Hiç!!

Ve gitme zamanı… Saat 01.15… Çıkıyorum…
Yaşasın yarın Cuma!
Yarın erkenden yatıp, Pazartesi sabahı uyanacağıma yemin ediyorum!
Bugünü atlattım ya, ölmem artık ben…

Daha korkunç bir günde, görüşmek üzere….. bıy bıy...

01.05.2008…

Pazartesi

Yıl & Dönüm'ü...

Sıcak bir ağustos günü, etrafa direktifler vererek, kafamda yapılması gereken bir sürü bambaşka planla oradan oraya koşuşturuyorum.
İşlerin bir an önce yoluna girip normal iş saatinden belki bir kaç saat daha önce bitmesi gerek en azından bugün. Öyle de yorgunum ki, eğer oturursam bir yere kesin uyuyakalacağım.

Sabah kaç gündür süren halsizliğim ve baş ağrılarım için doktora gittim, kötü birşey olduğunu düşünmüştüm, yanılmışım...

Şu yoğunluğa rağmen bugün güzel bir gün aslında, bu akşam evliliğimizin 3.yılı.
Koskoca 3 seneyi koşuşturmacalar içinde, aslında birbirimize pek de fazla vakit ayıramayarak harcamışız, düşünmedim değil o muhteşem düğünden sonra şu 3 sene içinde ne zaman 3 sene önce ki o sevgililer gibi olabildik.
Bazen üzüldüm bile evlendiğimize, sevgili olsaydık eminim daha fazla görüşürdük.
Sen işe, ben işe, ben eve ve işlerine, sen eve ve tv başına, oradan masaya, oradan bilgisayara ve en son yatağa, konuşamıyoruz bile...

Ne ilginç bu muydu evlilik dedikleri, öve öve bitiremedikleri, herkesi belli bi yaştan sonra illa evlendirmeye çalışmaları, bunun için miydi?Kağıt üzerinde resmi olarak sen "koca" bende "karı!" sıfatını almadan önce, biz bir evde yalnız kalacağız ve sen benim varlığımı bile unutarak televizyon başında uyuklayacaksın...
Söyleseler ne gülerdim, yanımdan ayrılmaz, yanından ayırmaz, bir dakika sarılmadan, öpmeden, konuşmadan, sevişmeden durmazdın ki... Susmalarımız bile birbirimizin saçlarını okşarken olurdu...

Ne değişti acaba?
Halbuki ne kadar özledim seni, nasıl ihtiyacım var o sevgini, şefkatini hissetmeye...
Tuhaf...
Nasıl da değişiyor herşey, herkes, belki bende..Nasıl eskiyor, yıpranıyor...
Hala seviyorsun diye kapıdan girer girmez o gül kokularından sıkıyorum evin içine, 2 tane yumurtalı ekmek yapıyorum tadımlık, ben yemekleri ısıtıp sofrayı kurarken atıştır diye, ne çok seversin yemekten önce birşeyler atıştırmayı, çocuk gibi...
Ben değişmedim aslında biliyor musun?
Hala kapıdan girdiğinde boynuna zıplayan, daha kapıyı kapattığın an oracıkta seninle sevişmeye hazır olan o kadınım ben ama sen izin vermiyorsun artık, farklısın, soğuksun, uzaksın, konuşmuyorsun hatta eve geldiğinde yüzüme bile bakmıyorsun...
Belki de soğudun benden ama niye??!

Neyse, bu akşam bizim için bir dönüm noktası olur belki, herşeyi düzeltir kaldığımız yerden devam ederiz.

Koştura koştura çıktım işten, arabadayım, bugün hep içimden seninle konuştum, nekadar şikayetçi olduğumu farkettim, utandım, sanırım ben gözümde büyütüyorum, çünkü seninle konuşmaya çalışsam biliyorum hiç bir sorun olmadığını, herşeyin gayet yolunda gittiğini söyleyerek, kendi kafamda saçma sapan sorunlar ürettiğim için beni suçlayacaksın.
Belki de doğrudur...benimdir doyumsuz olan...
Ama ben ekstra birşey istemiyorum aslında, sonradan ekstra gelen "karı" "koca" sıfatlarınıda istemiyorum.
Ben beni seven, ilgilenen, düşünen, benim için endişelenen o sevgilimi geri istiyorum o kadar.

Düşüne düşüne eve gelmişim, fazla oyalanmadan yemekleri hazırlayarak etrafı düzenlemeli, en sevdiklerinden yapıyorum bu akşam, köfte, piyaz, mücver, pilav...Bayılıcaksın!!
Birde şarap aldım, iyi anlarsın şaraptan diye en iyisinden aldım, senin o italya'da tadıp da öve öve bitiremediğinden, kırmızı bir şişe Bordeaux...

İçim kıpır kıpır, sevdiğin, sevineceğin herşey var bu akşam, hele bir de sürprizim var ki...
Tek dileğim telefon edip toplantın olduğunu söylememen... Öyle mumlar falan dikmiyorum bugün, ışık kapalı olmamalı, sürprizimi açıkladığımda tüm yüzünü, her mimiğini, gözlerini, bakışını, dudaklarının sağ ve sola yavaşça ve şaşkınlıkla kıvrılışını...Hepsini görmeli ve hafızama kazımalıyım.
İç organlarım dans ediyor sanki, bir sırıtma suratımda...
Tüm bu şikayetlerime rağmen seni ne çok sevdiğimi hissediyorum...
Seni çok seviyorum...
Herşey hazır, muhteşem gözüküyor, saat 20:00 olmuş, neyse gelirsin herhalde yarım saate kadar, maç dolayısı ile büyük ihtimal, çok trafik vardı bugün.
Bende o arada üzerimi değişir biraz dinlenirim...

Dalmışım...
Saat 23:00...
Nerede kaldın??!
Birşey mi oldu acaba...?
Yok ama olsa ilk benim haberim olurdu, arasam mı?
Bir sorayım bakalım, yemekler de soğudu, unutmuş olamaz...
Açmıyor...

Saat 01:00
Ağlamaktan gözlerimi açamaz hale geldim, ya başına birşey geldi yada.....Yok yapmaz yok! Büyük ihtimal arkadaşlarıyla, önce maç izlediler sonra içmeye daldılar ama bugün...
Yatıyorum artık kahretsin...

Bir el kavrıyor tüm saçlarımı koparırcasına,
eve biri mi girdi??!!
Kim bu???!!!
Leş gibi içki kokuyor...
İmdaaaaa...

Bir tokat patlıyor ki suratımda,
"Ben yokken sen kimi getirdin eve?? Hı?? Kimi??!"
"Kenan..."
"Yapma ne olur dur bir dakika ne oluyor??"
"Kim geldi bu eve diyorum???!
İçkiler içilmiş, yemekler yenilmiş, sofralar hazırlanmış???!! Kim???!!"
"Kenan dur, kimse, dur...Allah aş...."

Saçlarımdan tuttuğu gibi yere fırlattı beni, vuruyor tüm gücüyle, düşmanıymışım gibi tekmeler atıyor tüm vücuduma, kafamı ellerimin arasına aldım ama şimdide kolumdan tutup ayağa kaldırıyor, bağırsam...

"Sen bu evde ben yokken ne yapıyorsun??! Hı??"
Bir tokat daha patlıyor yüzümde, konuşmama fırsat vermiyor ki, bir tokat daha...
Yere düşüyorum...Tekmeliyor..Hayvan...Hayvan!!!!
Yüzüme eğildi, saçlarımdan tutuyor,Nefesi yüzüme vuruyor, leş gibi rakı kokuyor..
Kelime kelime soruyor bu sefer, dişlerini sıkarak, tıslar gibi,

"Bu eve-bu akşam-kim-geldi!!!!"

Vurmayacak sanırım, gözleri deli gibi bakıyor ama cevap bekliyor.
Yakasında rimel lekesi var... Nasıl olur?? Rimel lekesi...
Bi kadın... Başka bir kadın..

"Söyleee!!!!"

Saçlarım...Beynim..Şu hıçkırıklarım, titremem dursa konuşacağım ama konuşamıyorum, dişlerim birbirine vuruyor,

"Kim...se gelme...di...dur vurma söylüycem dur!!! Bugün bizim yıl dönümümüz diye hazırladım o sofrayı, hiç birşey yenilip içilmedi öylece duruyor ama sen gelmedin..."

Yüzü allak bullak oldu, saçlarımı kavramış parmakları gevşiyor, hareket edecek halim yok yerde, aynı vurduğunda düştüğüm gibi yatıyorum öylece, gözleri doluyor, gözlerini kaçırıyor.
Ayağa kalkmaya çabalıyorum, kaygan birşey var yerde üzerine basıp tekrar düşüyorum,
yardım etmek için uzanmaya çalışıyor....

"O kan ne öyle..!!?"
"Ne kanı?"
"Bacaklarının arasından akan kan ne öyle???!"

Gözleri kocaman açılmış, yüzü, dudakları bembeyaz olmuş suratıyla bacaklarımın arasından akan kana bakıyoruz.

Bayılmamam lazım, gözlerim kararıyor,
Bebeğim...
Bebeğim ölüyor...
Hayatımızın dönüm noktası bugün evet,
Bebeğim ölüyor...
Düşüyorum....
Senden nefret ediyorum....
Bebeğim ölüyor....
Ölüyorum...
Ölüyoruz...
Nasıl da paylaşıyor insan isterse,
Nasıl da birmiş meğer hasretler,
Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye,
Sevmeye...Öğrenmeye...