Perşembe

Duvar... Adaletsizlik... Hayat... Bir Gün...

Çıkıyorum şirketten, saat daha sabahın 10:30’u…
Sabah 08:30’da geldim şirkete. Bir fuara katılıyoruz Fransa’da ve şirketi fuara hazırlamak benim işlerim arasında, sabahın 6’sında kalktım, bir duş aldım, beyaz bir gömlek giydim dik yakalı, üstüne kırmızı, önden düğmeli, V yaka bir bluz, gömleğin yakalarını bluzun dışına çıkardıktan sonra yakaları aşağı katlamadan, kat kat dökümlü bir kolye taktım, bir tek bu kolyemi seviyorum, şıkır şıkır… Altımda kareli, bej rengi İspanyol kesim bir pantolon, onun altında bej rengi ufak topuklu ayakkabılarım var.
Tam bir iş kadını gibiyim bugün, ıslak saçlarımı tepemde topluyorum, Maslak’ta fön çektiririm nasılsa, makyajımı yaparken aynaya bakıyorum, kendimi bir şey sanıyormuşum gibi bir izlenime kapılıyorum, bu his hoşuma gitmiyor ama gülümsetiyor, havada nasıl sıcak, nasıl güzel…
Ah şimdi atlayıp Büyükada’ya gitmek vardı, ne çok severim Büyükada seni, yazını, kışını…Büyükada’da olma hayalleri kursam da, benim bugün yapacak ne çok işim var.

Daha masa başına oturup bitirmem gereken dünya kadar iş varken bu toplantılar yüzünden bütün hafta hiç bir şey yapamaz oldum, iş yerine varana kadar bunları düşündüm, bugünü atlatır atlatmaz, akşam şirkete gidip tüm maillerimi cevaplamalı, gelen telefonlara geri dönüşler yapmalı, masa başı tüm işlerimi halletmeliyim yoksa Cuma akşamı teslim edeceğim rapordan sonra sağlam bir zılgıt yemem muhtemel. Neyse maillerimi okudum hemen, o sırada kepekli,beyaz peynir, domatesli, yağsız bir tost ve bir şeftali suyu istiyorum, sabahları burada çıldırmamak elde değil Allah’ımm! İnsanlar neden bu kadar suratsız, neden bu kadar mutsuz ve en merak edileni de ben bu korkunç duruma daha ne kadar dayanacağım.
Altı üstü, zaten işi olan bir şey istiyorum bu insanlardan ama insanlarımız o kadar seviyorlar ki kendi işi dışında her şeye maydanoz olup da, asıl yapmaları gereken iş istendiğinde sanki küfür etmişsin gibi bir tavır takınmayı, çıldırmak üzereyim !!
Be kadın, eski şirketimden arkadaşlarımla yemeğe çıkma planları yaparken
“x’de gelecek miymiş? Dün aradı seni sordu toplantıdaydın ama ben dışarıda dedim kıskansın diye, çiçek gönderecekmiş sana bak buranın açık adresini istedi kızzz sende az yumuşa barışın bak, üzgün çocuk. Sahi niye üzgün? Ne oldu aranızda?” diye sabah sabah başıma ekşimeyi, dedikodu yapmayı biliyorsun da,
“Aman istemem Sema gelen bir şey olursa geldiği gibi geri gider bak sakın masamda görmek istemiyorum bugün üç tane toplantım var akşam geleceğim şirkete sakın tamam mı, hem ne olduysa oldu ya aaaa her şeyi bilmek zorunda mısınız?! Sen bana bi tost bir de şeftali suyu getirsen de ben iki dakika hemen kahvaltı etsem bence vatana millete daha yararlı bir şey yapmış olursun” deyince niye gözlerini devirip surat asıyorsun!!
Her neyse tahammül sınırlarım zorlanıyor, sabrım deneniyor şu sıralar burada. Maillerimi kontrol ederken hızlı hızlı kahvaltımı yapmaya çalışıyorum, sevmiyorum bu aceleyi, iki ayağımın bir pabuca girmesini…

Öğlen toplantım var reklam ajansında, sonrasında bir dergi ile reklam sayfaları ve tasarımları konusunda görüşeceğim, ardından da organik ürünlerle ilgili O.M’nun kliniğinde birkaç diyetisyen ile röportaj yapmam lazım... Maillerimi okuyup, önemli ve cevaplanması acil olanları işaretleyip, kahvaltımı ederken bir yandan internette neler olup bitmiş diyerek gazetelere şöyle bir göz gezdirdikten ve yapılacaklar ile ilgili listemi hazırladıktan sonra saate takılıyor gözüm 10.30 olmuş, boşta olan bir arabanın anahtarlarını çaldıktan sonra koşarak çıkıyorum şirketten, önce bir fön çektirmem gerek böyle gidemem ki, neyse Ayazağa’dan çıktım Levent’e geçiyorum, Maslak’a gidecek vaktim yok, Levent’te bulurum bir kuaför derken cadde üzerinde görüyorum bir tane, zar zor bir park yeri buluyorum, koştura koştura “acil fönüm var!” nidalarıyla giriyorum kuaföre. Onlar fönümü çekerken ben rimelimi, allığımı tazeliyorum ve hazırım...Güzelim... Yaşasın!
45 dakikam var, oh şükür… Bu nasıl bir gün Allah yardımcım olsun...
İlk toplantım Levent’te olduğu için bir pastane görüyorum kuaförün karşısında, gidip oturuyorum, aceleden bir sigara bile yakamamıştım, bir çay söylüyorum, en azından yirmi beş dakika keyiflik zamanım var. Gelen, geçen insanları izliyorum. Hayat nasıl bir telaşla geçiyor, hiç değmeyecek bir acele var herkes de, bende dahil.
Mayıs ayları, hava ne çok sıcak ne de soğuk, senenin en güzel zamanları, mayıs gülleri açıyor, sağlıklıyım ve bir işim var… Eh pek çok insandan daha şanslı sayılırım diye düşünüyorum, karşıda ki Ziraat Bankası’nın köşesinde, yerde oturan dilenciyi görünce, yaşanılan hayatlar ne kadar adaletsiz, kim bilir nasıl bir hayattan, ne yaşanmışlıklardan sonra bu hale düştü o yüzü gözü sakaldan görünmeyen adam…
Kalkıyorum… Ajanstayım, bu kadınlarla görüşmekten nefret ediyorum! Neyse ki çok sürmedi ama saat 13.30 olmuş, bu ukala yaratıklara dayanamadığım halde zaman çabuk geçti, herhalde ben kendimi iyi hissediyorum bugün ondandır, ilk toplantım bitti, bir sonra ki bir buçuk saat sonra Nişantaşı’nda, iyi erken bitti işim, güzel bir zaman çizelgesi hazırladık, sanırım yetiştirebileceğim, hatta 1-2 gün, eksik olan, problem çıkaran bir şey var mı diye kontrol edebilecek zamanım bile olabilecek, çizelgeye bakarsak… Neyse atlıyorum arabaya, Nişantaşı’na… Beşiktaş’tan giden yol çok kalabalıktır şimdi, nefret ediyorum bu trafikten, Gültepe tarafından gideceğim, bir miktar tehlikeli ama olsun, trafikten iyidir…
Veee Gültepe’nin meşhur Talatpaşa caddesindeyim, burayı kazasız, belasız geçebilirsem sokağın sonundan sola doğru döndüm mü Nişantaşı’na çıkan yokuşa varmış olacağım… Hadi bakalım… Sokağa giriyorum, yokuşu inip sağa dönüyorum ve şahane....Ciyak ciyak pembeler giymiş, basma etekleri, kollarında, boyunlarında şıngır şıngır altınları, ağızlarında sakızları ile 4-5 kişilik bir kadın topluluğu oturuyor tam sokağın ortasında bir masa kurmuşlar, masanın üzerinde dilimlenmiş karpuzlar, peynirler… Oh valla… İmreniyorum onlara bazen, hatta insem bende otursam aralarına, nasıl keyifliler, gerçi bir araba’nın üstlerine geldiğini görünce pek keyifleri kalmıyor anlıyorum suratlarından. Ayağa kalkıyorlar, dua ediyorum içimden sorun çıkmasın diye, herkesle kavga edilirde, bunlarla olmaz işte… Durdum, birbirimize bakıyoruz, camı açıp rica ediyorum, müsaade istiyorum ama yok,
“Bin kere mi söylüceeez size biz!! Bu mahalleye girmeyin diye! He?! Çekilmiyorum, nerden gidersen git, g.tün yiyosa da buradan geçersin!” diyor en esmer ve en şişman olanı, birkaç kere daha rica ediyorum fakat sesim gittikçe keskinleşiyor, kalınlaşıyor, kaşlarımın üzerindeki kaslar yukarıya doğru çekiliyorlar hissediyorum, sinirleniyorum… Çekilmeyecekler… Ama buradan geçmek zorundayım, camlarımı kapatıyorum, klimayı açıyorum, kapıları kilitliyorum ve kornaya asılıyorum, kornanın sesi tüm sokakta yankılanıyor, ben inadına çekmiyorum elimi, onlar inatla çekilmiyorlar...Bir kaç dakika korna sesi eşliğinde onlar bana, ben onlara, bakışıyoruz ve hepsi ayağa kalktı… Sı.tık!

Şimdilik arabaya doğru yürümüyorlar, bu iyi, eğer yürürlerse bende yavaştan üstlerine sürmek durumunda kalacağım ki bunu, o masanın üzerinden geçmeyi hiç istemiyorum, itiraf etmek istemesem de korkuyorum bu durumdan, elim hala kornada, bir ayağım frende, bir ayağım debriyaj’a yarım basıyor, o anda bir adam camımı tıklatıyor, bir an zıplıyorum olduğum yerden, ayağım frenden kaçıyor ve araba bir süreliğine hareket ediyor, neyse hemen tekrar basıyorum, ufak bir sarsılıyoruz, elimi kornadan çektim adama bakıyorum,
“bak zaten o saçların, şu kıyafetin yüzünden yanacaksın yukarıda cayır cayır, seni oraya erken göndermeyelim, bu mahalleden geçişi yasakladık aylar önce ama anlamamakta ısrar ediyorsunuz” diyor.
En fazla 40 yaşlarında, karşıdaki o 5 kadında arabanın yanına geldiler, önüme bakıyorum masa haricinde sokak boş, çocuk falan yok, hatta umarım çıkmaz...Hani biraz hızlanabilir ve kaçabilirim.
Cesaretleniyorum fakat o an hiç istemediğim bir şey oluyor ve çeneme hakim olamayarak adama dönüyorum.
“Sen bu kafayla gidersen orada yanarken en azından sıkılmayacağım! Böyle devam edin..” diyorum, yavaş yavaş ayağımı fren ve debriyajdan çekerken vitesi 1'e alıyor ve aynı anda gaza yükleniyorum, arkamdan bir sürü küfür saydırıyorlar, adam bir an koşmaya yelteniyor ama sonra o da ilk önce tükürüyor sonra da el kol hareketleriyle küfürler ediyor, masanın, tabakların, karpuzlarının, mis gibi keyiflerinin üzerinden geçtim, sonrasını görmüyorum, sola dönerken biraz savrulsam da ilk defa umursamadım ama üzüldüm, mecbur olmasam asla yapmazdım da… Hak ettiler ama ne olur beş dakika çekilseniz… Nişantaşı’na çıktım ya, City’s’in önünde duruyorum bir süre, derin bir nefes alıp arkama yaslandığım an,sırtımın nasıl ağrıdığını ve terlediğini fark ediyorum, yola devam ediyorum ama gözlerimden yaş geliyor bir yandan, sinirlerim bozuldu herhalde…

Telefon da tam çalacak zamanı buldu! Neyse iyi haber, toplantıyı 1 saat erteleyebilir miyiz? Diye soruyorlar, bu demek oluyor ki zaten normal toplantı saatine 1 saat varken şimdi 2 saat boş vaktim var, keşke bilgisayarımı yanıma alsaydım en azından bir yerlerde otururken bilgisayar başında yapabileceğim işleri hallederdim ama öyle bir gerildim ki seviniyorum bu habere, biraz dinlenebilir, toparlanabilir hatta bir şeyler yiyip bir de kahve keyfi bile yapabilirim fakat burası öyle bir şehir ki, daha bir sokak önce Çingenelerin ortasındayken şimdi İstanbul’da görebileceğim, en lüks yaşayan insanların içindeyim. Bir duvar resmen iki dünyayı birbirinden ayırmış, ne kadar adaletsiz bir düzen içindeyiz, bende o mahallede yaşayan biri olsaydım belki bende buradaki bu insanlara tepkili olabilirdim diye düşünüyorum, belki…

Nişantaşı’nı, bu Amerikan özentisi insanlarını ve mekanlarını sevmediğim halde çok lüks bir restorandayım, toplantı burada olacak. Öğlenleri şirket dışında toplantı yapma modasını seviyorum aslında. Ofis gerginliğinden uzakta daha eşit koşullarda gerçekleşiyor görüşmeler. Gerçi görüşme saatinden bir hayli erken ulaştım mekâna, önce bir lavaboya gidip kendime çeki düzen veriyorum, dudaklarıma kadar bembeyazım, yanaklarım ise kıpkırmızı olmuş, bu şekilde gerildikten sonra bir süre toparlanamamaktan nefret ediyorum, ya o panikle, kaçacağım diye düşünürken stop ettirseydim arabayı...Hırrrr…

Neyse restoranın bahçe kısmı açılmış. Sıcacık bir güneş var ve ben sadece bu yüzden çok mutlu olabilirim. Şu iki saat kafamı dinlemek istiyor, telefonlarımı kapatıyorum. Garson geliyor, menüye bir göz gezdiriyorum, okuyabildiğim tek Türkçe yemek “Köri soslu tavuk” yanına da buz gibi bir kola istiyorum ve etrafa bakınmaya başlıyorum.Masalardaki kalabalığın büyük çoğunluğu takım elbiseli iş adamları ve iş kadınları. Restoranın şanına, lüksüne uygun bir görünüm sergiliyorlar.Pahalı ayakkabılar, çok pahalı saatler, çok pahalı güneş gözlükleri, çok çok pahalı çantalar...

Neredeyse Hepsinin BlackBerry’leri ve aslında çantalarında ya da ceplerinde durması gereken Mont Blanc dolma kalemleri ve krokodil tabakalı kartvizitlikleri masanın üzerinde duruyor.
Markadan yıkılıyor yani mekân. Kadınlı erkekli neredeyse hepsi somon füme salata yiyor ve birer kadeh beyaz şarap içiyor.

Ama...
Dobralık sandıkları şey... (Çoğu zaman kabalık.)
Olduğu gibi olmak diye bildikleri şey... (Zaman zaman kabalık.)
Açık sözlülük dedikleri şey... (Genellikle kabalık.)

Yeni yaşam biçimi olarak adlandırdıkları şey oldukça rahat bir yaşam biçimi artık...
Yalandan, eğilip bükülmekten, insanı iğrendirecek boyutta bir sahtelikten, yalandan övgülerden ben de hiç hoşlanmıyorum ama insanların her ağzına geleni söylemelerinden ve toplum içinde yaşam kurallarından bu denli uzaklaşmalarından da ürküyorum...

Kimseye haminne gibi akıl öğretecek halim yok ama koluna o 2 bin 500 dolarlık çantayı takabilenin ağzını ayıra ayıra sakız çiğnememesi gerektiğini bilmesi gerek diye düşünüyorum.

Yani o çanta ya da BlackBerry ya da o ayakkabı moda olan dek “medeniyet” , “görgü” moda olsa yeniden daha güzel olmaz mıydı?
Sofra adabı, güzel bir masa hazırlama, yeme içme bilgisi, sadelik, mütevazı olmak, klasik müzik ve resim bilgisi, kültür, seyahat görgüsü, siyasi bir duruş, başka insanları dinleyebilme yetisi...

Bütün bunları geliştirmek için çok paraya da gerek yok üstelik. Hatta bunlar için para hiç olmasa bile olur... O kadar çok olanak var ki artık...

Karşı masamdaki üç kadından biri ağzını aça aça, aça aça sakız çiniyor ve gözlüğünün yanında kafam kadar Chanel yazıyor. Böyle çirkin bir görüntü yok ama! Böyle bir büyük ağız, böyle bir kırmızı ruj, böyle bir çene yok! Bir de şu solaryum dedikleri şeye girmeseler, suratlarına çamur atılmış gibi, e üstüne de oldukça yoğun bir makyaj yapınca bu sıcak da akıyor tabi, tarif etmem imkansız, gerçekten çok çirkin gözüküyor… Üstelik bu üç hanım da siyah beyaz seçkin giysilerinden ve pahalı saç şekillerinden anladığım kadarıyla oldukça önemli konumlarda çalışıyorlar veya çalışmıyor olsalar bile oldukça lüks içinde yaşıyorlar. Sakız çiğnemek kadınlı erkekli kimseye yakışmasa da Armani markalı siyah ceket giymiş bir kadına hiç yakışmıyor. Hani çiğneyecekseniz bari adabını bilerek, yaymadan etmeden, görüntü kirliliği oluşturmadan çiğne değil mi? Yok…

Yemek yiyen çoğunluk sanki bu lüks yapı kompleksinde doğmuş gibi rahat görünüyor ancak görünenle davranış arasında bir üslup birliği yok!

Beyefendi çok sofistike bir kellikte; ancak telefonda anırarak konuşuyor ve biz onun o büyük dünyasındaki küçük figüranlar olarak sonsuz rahatsızlığımızı belli edemeyecek kadar kibarız…

Her neyse, yemeğimi yiyor, kahvemi içiyor, gün içinde olanları ajandama, düşüncelerim ve bakış açımla birlikte yazarak eğleniyor ve konuklarımı bekliyorum. Geliyorlar, el sıkışıyoruz, “nasılsınız?” muhabbetinden sonra toplantımız başlıyor, kibar insanlar, anlaşıyoruz, 1 saat sonra kalkıyorum, oradan doğru Beşiktaş’a O.M kliniğine, diyetisyenler toplantı odasında bekliyorlarmış, minyon, hanım hanımcık bir bayan güler yüzle karşılıyor beni ve doğruca toplantı odasına alıyor, ses kayıt cihazımı masanın üzerine koyuyorum, kısa bir tanışma ve hal hatır sohbetinden sonra başlıyorum hazırladığım soruları sormaya, konu daha çok organik ve sağlıklı beslenme ile hipoglisemi, sorularım bittikten sonra kısa bir sohbet ediyoruz, aslında estetiysen olduğumu öğrendiklerinde çok şaşırıyorlar, bu sefer onlar bana cilt ile ilgili pek çok soru soruyorlar ve birkaç maske tarifi alıyorlar…
Oldukça keyifli bir röportaj oluyor benim için. Yaklaşık 2 saat sürüyor ve oradan da kalkarak şirkete geliyorum, masamın üzerinde koca bir papatya demeti duruyor, görmek istemiyorum demiştim ama her neyse daha fazla gerilmek istemiyorum bugün, papatyaları aldığım gibi şirketin önünde ki geri dönüşüm kutusuna atıyorum, üstünde düşünmek, hatırlamak istemiyorum, sonra şaşırıyorum kendime, gururum her şeyden, herkesten önce gelmeye başladı, sonunda öğrendim işte beni hayatından defeden insanları aynı şekilde defetmeyi…
Kızlar geliyorlar aklıma, ne yapsak acaba bu hafta sonu, hem bu çiçek olayını anlatmalıyım onlara, nesli kesin "ooooh iyi yapmışsın" diyecek :)...
Neyse ararım sonra biraz dinlenmeli ve şu işlerimi bitirmeliyim…

Masama oturdum, canım şöyle pis pis bir şeyler çekiyor, kartvizitlerimi karıştırıyorum hemen, yukarda ki kafe’nin telefonunu buluyorum, bir hamburger ve koca bir tabak patates kızartması söylüyorum, 15 dakika sonra geliyor. Şirkette kimse yok bu saatte nasılsa, kapımı kapıyor, ayakkabılarımı çıkarıyor masamın altındaki çekmecenin üzerine uzatarak iki seksen yayılıp bilgisayarı kucağıma alıyorum, bir yandan yemeğimi yerken bir yandan gazete okuyorum, sonra facebook’a mesajlarıma ve şahsi mailime bakıyorum. Belli bugün de gececiyim ama yarım saati kendime ayırabilirim, hak ettim artık!
Oh… yemeğimi yedim, iş ile ilgili tüm herşeyi hallettim, yapılan röportajı yazıya geçirdim, çekilen resimleri cd’ye çektim yarın baskıya göndereceğim. Raporumu yazdım. Ajanstan gelen tasarımları onaylıyorum şu anda yada düzeltilmesi gereken yerleri yazarak tekrar geri gönderiyorum, böyle bir mailleşme devam ediyor aramızda, bende o arada bankalara ödemelerimi yaptım internetten, şirkete geldiğimde saat 19.30’du, yorgunluktan artık başım dönüyor, saat 23.30 oldu, ne zaman çıkacağımı bilmiyorum, ama ayaklarım zonkluyor, başım ağrıyor, bu halde nasıl araba kullanacağım bilmiyorum, belki buradan minibüs ile Levent’e, oradan metro ile Taksim’e, oradan da bir dolmuş ile evimin önünde inebilirim. Evet öyle yapayım, bu halde o kadar yol gidemem, hem daha iyi sabaha iki araba gelmek zorunda kalmaz, annem arabayı kullanırken bende uyurum… hehe… süper…

Tam bir pollyana idim bugün, bravo bana...
Sağlıklıyım ve bir işim var..şanslıyım...Ne güzel...
Fönümü çektirdim, makyajımı tazeledim oh güzelim..Yaşasın!...
Hava ne kadar güzel güneşli, sıcacık..Oley!
Mayıs gülleri açıyor...
ve son olarak yarın arabada uyuma düşüncesi... Güzel, mutlu hissedebiliyorum! :)

Bugün o restoran, insanların kendilerini bir halt sanması ama aslında hiç bir şey olmadıklarını görememeleri ne kadar acı vericiydi. Bulunulan statü’nün bir önemi yok aslında, insanların sana saygı duymasını istiyorsan öncelikle “görgülü” bir insan olmak yetiyor zaten. Ama nedense kadınlı erkekli bir “hamlık” giderek daha çok moda oluyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, herhangi birini taklit ederek ya da kimseyi taklit etmesen bile, kendine emek harcamadan, kendini geliştirmeden yaşamak kolay çünkü.
Zaman istemiyor. Beyin istemiyor. Enerji istemiyor.
“Ben buyum, yerse, işine gelirse” deyip çıkıyor işin içinden herkes…
Ne kadar kolay bir yaşam biçimi…
Nasıl basit bir zihniyet…
Evet, kabul, doğal olun, olduğunuz gibi davranın ama her şeyin bir zamanı,
her davranışın bir yeri var… Yok mu?
Oturma, kalkma, konuşma adabı, karşındakine, bulunduğun ortamda ki insanlara saygı diye bir şey yok mu?

Halbuki bu insanlar azıcık daha sıksalar benim annem, babam yaşında olacak insanlar…
Bize mi yanlış öğretti annelerimiz, babalarımız… Sonradan görmelik böyle bir şey işte…
Nerede, nasıl davranacağını bilememek… Kötü olsa gerek…
Belki de ben yanlışımdır bilmiyorum…

Yada… Yaşlanıyorum ben...

Kesin...

Sakız çiğneyenlere, kilosuna rağmen dar giysi giyenlere, üç kelimesinden ikisi küfür olan erkeklere, tutarsızlara, geğirenlere, sonradan görmelere, cahile ve buna rağmen çok konuşup, her şeyi çok bilene, küstahlara hiç tahammülüm kalmadı... Hiç!!

Ve gitme zamanı… Saat 01.15… Çıkıyorum…
Yaşasın yarın Cuma!
Yarın erkenden yatıp, Pazartesi sabahı uyanacağıma yemin ediyorum!
Bugünü atlattım ya, ölmem artık ben…

Daha korkunç bir günde, görüşmek üzere….. bıy bıy...

01.05.2008…
Nasıl da paylaşıyor insan isterse,
Nasıl da birmiş meğer hasretler,
Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye,
Sevmeye...Öğrenmeye...