Çarşamba

Aşk Var mı Sahiden?

Kendime sormuyorum sadece bu soruyu, hepinize soruyorum.
İnsan tuhaf hisseder ya bazen, hani beyninizin tam ortasına yerleşmiş koskocaman bir soru işareti vardır ama onun sebebini
bilemezsiniz bi türlü…
Hangi cevabı alınca rahatlayacağım acaba? Sorusu kemirir durur insanı. Galiba öyle bi dönem bu, kocaman bir soru işareti, fazla beklenti, tuhaf bir ağlama hissi, aşırı alınganlık ve sürekli bir hayal kırıklığı…
Ne oluyor? Dersen yine verecek cevabım olmayan bir durum… Yok bişey…

Sadece merak ediyorum işte…
Onca aşk romanı yazılıyor, tüm filmler, dinlediğimiz tüm bu şarkılar, hepsi aşk üzerine değil mi?
Peki nerede bu deli divane, hesapsız, kitapsız birbirine aşık olanlar?
Biz niye görmüyoruz?

Galiba yaşarken sorumluluklarıyla birlikte toplumsal göreve dönüşen aşk, sadece kitaplarda, şarkılarda, filmlerde özgür…

Kendisinin yaşayıp yaşayamayacağından emin olamadığı aşkı arar genç kızlar aşk romanları okurken. Kaybettiği, kıymetini bilmediği aşkları anar olgun kadınlar o romanlarda. Genç adam öptüğünde genç kadını, içi titrer okuyanında... Kimi öpülmeyi bekler beyaz atlı prensi tarafından, Kimi sevgilisinin, kocasının kendisini “öyle” sevmediğinden yakınır, kimi de sevgilisinin kendisini “öyle” öpmesini istediğinden…

Peki kadınlara mı yazılıyor hep bu romanlar?
İçinde aşk geçen kitapları okur mu erkekler?

Onların daha önemli, daha acil dünya meseleleri vardır çözmek zorunda oldukları. Aşkı ne okumaya ne de yaşamaya vakit vardır artık.
Mümkünse her şey daha kolay olmalıdır.
Kadınlar aşkı aramadan kendilerini sunmalı, beklentileri erkeklerinki kadar direkt ve duygusuz olmalıdır. Zamanla aşkın anlamının unutulması beklenir böylece. Çünkü âşıkken hissedilen tatmin için aslında âşık olmaya gerek yoktur.
Böylece romanlardan fırlayamazlar bir türlü…
Hep o sayfalarda, o perde de kalır tüm sevebilecek erkekler…

Gelişen çağa ayak uydurma zorunluluğu, bilgisayarlar kadar somutlaştırmıştır zaten aşkı. Yalnız bir arkadaşınızı, ona uyacağını düşündüğünüz bir başka yalnız arkadaşınızla tanıştırmaya kalktığınızda bile “Önce bi facebook’tan bakayım resimlerine,” demiyor mu iki taraf da?
Âşık olmak için kapılıp gitme faktörünü silmek üzere her şeyi oturduğumuz yerden yapabilme gücünü sağlayan, gözünü sevdiğimin teknolojisi...

Yalnızca filmlerde öpüşüyor adamlar, hiç bırakmayacakmış gibi,
sarılmanın sevişmekten daha değerli olduğunu hissettirerek…
Ya da sadece romanlarda sadık kalıyor erkekler kadınlarına…
gözleri kimseyi görmeden…
Sadece şarkılarda bekliyor sevgililer birbirlerini aylarca, yıllarca…


Aşka dair yazılanlar da olmasa,
Nasıl seveceğimizi…
Nasıl umutlanacağımızı…
Beklersek hak edeni, nasıl sevileceğimizi hatırlamak mümkün olmayacak sanırım…

Sıkıldım... Hayırlara çıksa bari bu gece...

Hayat savurmadan,
Yıllar sararmadan,
Aşk mümkün müdür hala...
Zamana aldırmadan,
Korkmadan utanmadan,
Aşk mümkün müdür hala...
Aşk mümkün müdür halaaa...

Salı

Niye Ağlıyosun Yine????

Ne bileyim...
Çiçek aldı bugün sevgilim bana, ilk defa yanından geçtiğimiz halde bir çiçekçiyi görmemişken, hatta "keşke içinden gelse de...." diye bile düşünmemişken ve hiç beklemiyorken, öylesine işte...
Bi sevindim, bi sevindim... Şimdi duvara doğru baktıkça gözüme takılıyor, suratıma bi sırıtma, boğazıma bi düğüm, gözlerim falan acıyor işte...

"Aşk acısını kadın bir erkek kadar çekmez. Zannetmiyorum. "

Böyle demiş bir dergide, ünlü bir erkek oyuncu. İsmi lazım değil.
Dediği bence birbirini hiç anlamama halini görmek için yeterli...

Kadın duştan çıktı ve masanın üzerine bırakılmış sandviçle bir fincan çayı gördü.

Ekmeğin içi çıkarılmıştı.

Kadın bunu fark edince ağlamaya başladı.

Gülriz Sururi'nin kitabı "Seni Seviyorum"un kahramanı Sahra satırlarda, kitabı okumakta olan bense yatağımda, ağlıyorduk.

Ekmeğin içi çıkmış diye. Onu seven adam bu detayı atlamamış diye. Böylece seni seviyorum dedi diye...

Delice değil mi?
Kadınsı bir sersemlik hatta!

Adam kadına yiyecek bir şeyler hazırlamış, üstelik ekmeğin içini çıkarmış... Kadın da buna ağlıyor!

Zaten bu kadınlar her şeye ağlıyor...

Sevgilim kuzenime yazarken "siz benim ailemsiniz" demiş.
Sabaha kadar düşünüp düşünüp ağladım.
O da beni, benim onu gördüğüm gibi görüyor diye... Bunu bu şekilde dile getiriyor diye...

Canım çok tatlı çekiyor dedim, gecenin bi vakti üşenmedi, kalktı aldı getirdi. Aşağıya inip tatlıyı aldım, eve çıktım, pakedi açtım, oturdum ve bu kadar değerli hissettirdiği için ağladım, sonra yedim...

Sımsıkı sarılıp alnımdan öptü, ağladım..

Sen benimsin, nasıl giderim, var mı öyle bi ihtimal? dedi
yok mu? dedim
yok... dedi
ağladım...

Ne var oysa değil mi?
Delilik işte...

Bu delilik haliyle seviyor kadınlar.
Ufacık, saçma sapan, saç telinden ince şeylere vuruluyor, oradan çıkıp savruluyorlar. O incecik şeyler yerle bir ediyor onları.
Bu yüzden hiç anlamıyorlar "ne var bunda şimdi" diyenleri...

Televizyonda izlediği haber, dinlediği şarkının sözü, başka insanların aşkları "uzak" değildir kadınlara.

Sevme eşikleri ne kadar yüksekse öfkeleri de o kadar yüksekten eser. Bu yüzden can acıtır öfkesi kadınların... Hiç unutmazlar üzerlerini örten elleri, kahvesini şekerli içtiğini unutmayanları. Ekmeğin içini çıkaranları, ateşine bakanları, terini silenleri... bir de söylenen sözleri...

Sevmek küçük bir şey aslında. Küçücük bir zeytin tanesi gibi..
Ama kimin umurunda küçük şeyler?
Belki kadınların umurundadır...

Pazartesi

Ebelek Gübelek Toplum

Bugün belliydi zaten böyle olacağı... Yazmasam olmayacak gibi sanki, canım sıkılıyor canımmm...

İnsanın kendini, kendi evine ait hissedememesi ne kötü... Hem zaten benim evim değil burası, annemin ve babamın evi, ama ah ettim, bir iş bulmam lazım hemen ve kendi düzenimi kurmam lazım bir an önce.... Kendi kurallarımın olduğu bir yerde yaşamak istiyorum... Mecbur bırakıldığım şekilde değil... sıkıldım neyse...

Burayı açalı 2 sene olmuş, benim blogummm, canım blogum canım canım, iyi doğdun DYG!

Ebelek gübelek bir toplum olma yolunda adım adım ilerlerken, bazen aklımın sınırlarını zorlayan durumlara şahit olmak sinirlerimi bozsa da onlarla eğlenmek çoğu zaman daha iyi bir çözüm oluyor...

İçimde, kafamda susmayan birileri var ve benimde onun ağzına terliği yapıştırasım var... Sussa da elalemin derdi beni germese, sussa da keyfime baksam, banane desem, kendi hayatımla ilgilensem değil mi?

Ama yok.... Bana şu gezegende rahat, huzur yok!

Neymiş?

Nurgül Yeşilçay; “Cem’ le sevişiyoruz!”
Hah durur durur bunu düşünürdük biz de, iyi oldu bildiğimiz, o zaman biz de sizi ayakta alkışlıyoruz!!! Valla rahatladım...

Eurovizyon’ a kim gitsin?
Mümkünse kasığından tanımadığımız biri olsun! Atiye gitsin...

Ölüm acısını facebookta yaşamak...
Kimse sesini çıkaramadı. Tüylerim diken diken ama benim de söyleyecek sözüm yok, acı insanı şaşırtır diye bir yol buldum anlamak için... Ne diyeyim...

Bülent Arınç; “Bağdat Caddesinde sosyete oturuyor.”
Vee işte bir bölüp ayırmadığımız bu kalmıştı.
Sosyete halk, varoş halk, fakirler, zenginler. Cumhuriyet yürüyüşünü küçümseyen zihniyet başka neleri küçümser acaba?
Erenköy camisinde kılınan namaz namaz mıdır mesela?

Diyanete danışasım var..

Neyse, yeni felsefemi burada da uygulamak istiyorum, başka türlü söylen söylen bitmez... KGG... oh....

Zaten başımı göğsüne koyduğumda, güven hissedebildiğim, deli gibi sevdiğim adam ile yaşadığım o bahtsııızz...şanssızzz...lanetliii ve bir o kadar da güzel geçen cumartesi gecesinin bile, şööyle kahvemi alıp da düşünerek keyfini çıkaramadım daha... İstiyorum ki hep yanında kalayım...

Ama benim bu aralar derdim başka, kafam başka yerlerde...

Hani bazen topluluklarda birileri, diğerinin özgüveni üzerinde oynayarak şekillendirir ya ortamı ve muhabbeti... Hani her şeyi bilen kadın ve adamlar vardır... Evlilikte ahengi, aşkta morali, arkadaşlıkta siniri bozanlar.. Depresyon yaratıcılar derim onlara...
Karşılarındaki kişinin kırılganlığı ve hassaslığı ne kadar derinse onların güçleri de o denli yüksek olur...

Kirpiyi dürten, dürttükçe dikenlerin daha çok çıkmasına sebep olan hain çocuklar gibidirler...

Sosyal beslenme biçimleri böyledir. Kendi güvensizliklerini başkalarını aşağılayarak ve bunu da "şaka yapıyoruz" maskesi altında yaparak, yok saymaya çalışırlar...

Basın ve siyasette de yol alma biçimi böyle olanlar, bir şirketi böyle yönetenler, medyadaki bu tarz ünlüler nedense giderek daha çok tercih edilir oldu, daha popüler isimler haline gelmeye başladı...
Bir Okan Bayülgen...
Gerçi kendilerini severim ama en gözle görülür örnek o geldi aklıma...
Konuğunu azarlayan sunucular, izleyicisini paylayan programcılar, herkesi küçümseyen yazarlar...
Ne çok izleniyor, okunuyor ve daha da ilginci önemseniyorlar...

Kırılgan olmak neden yeni bir suçmuş gibi değerlendiriliyor artık?
Duygusal olmak neden insani bir defo olarak görülüyor?
İncinebilmek ve bunu dile getirmek neden kötü bir hastalıkmış gibi algılanıyor?

Oysa kaba olmak, kalp kırmak, küçümsemek değil miydi biz çocukken insana yakışmadığı söylenen davranışlar?

Birini incitmekten dolayı zafer kazandığını düşünebilir mi kişi gerçekten?

Aklıma takıldı işte öylesine... Uyuz oluyorum...

Başkalarının özgüvenini parçalayarak yamalı bir kılıf mı yapıyorlar acaba kendi güvensizliklerine?

Muhtemelen...

Sorsan, sevdiğimden yapıyorum, eğleniyoruz derler. Bir de şakadan anlamayan sen olursun değil mi?

Evet bu tarz şakadan anlamıyorum ben ve istemiyorum böyle espri anlayışına sahip insanları etrafımda.

Moralimizi bozan kimseyi tutmayalım yanımızda derim.
Sevgisini kasıtlı olarak, ifade etmeyeni anlamaya çalışmayalım.
Konuşmaları kinaye dolu laf sokuculara tahammül etmeyelim...
Beş dakika bile dinlemeyelim her şeyi bilip de öğretmelere doyamayan adam ve kadınları.
Ve Kesinlikle yok sayalım sadece kendi şartlarına göre kural yaratanları...
Can sıkmaktan başka işe yaramıyorlar çünkü...

Ha bir de... Kırılgan olmak iyidir. Hâlâ bir kalp taşıyorsunuz ve birilerine değer verebiliyorsunuz demektir. Değerli olan kendi değerini kendi yok ediyorsa, artık ona da yapacak birşey yok... Ne diyelim... KGG... =)

Cuma

Bazen sıkılıyor be insan... =)

Ooooo...Selamlar...
Nabersiniz yahu? aaaa özlemişiiimm...
Meraklanmaya başladıysanız, yaşıyorum ama iç güveysi bile benden hallice.
Yazamadım bayadır, kilitlenmiş haldeyim ne yapayım, kafamdan geçenlerle savaşmak çok zor oluyor çoğu zaman. Neyse iyiyim bende, büyüyorum falan işte, sancılı geçiyor biraz ama olsun yine de eğlenceli =)

Bak yine aynı şey.Düşünüyorum düşünüyorum bişey gelmiyor.

Böyle kendini sıka sıka yazmak gerçekten zor.. Ama çıkmıyor mübarek !
Ne saçmalasam neeetsem bilemiyorum.
Heh başlıyorum, oracığa,buracığa,şuncuğa,buncuğa,herkesciklere saldırıcam huhuhu!

Geçenlerde bir gazetenin magazin sayfasına denk geldim, seren serengil denen o ne iiiiddüüüü bilmezin bir olayı varmış, haberim yoktu ama o gün çıkan haberi okuyunca işin öncesini merak ettim, girdim google'a az araştırdım. Araştırdıkça hayretlerim bile şaşmadı, o derece iğrendim. Hani evlilik dediğin o "müeessseeesse" kutsaldı arkadaş! Yumruğumu masaya vururum! uyuz oldum! Ne kadar gerzek varsa, bizim ülkemizde adam yerine konuluyor pes de pes!

Neymiş olay dur azıcık bahsedeyim sende yuh de, hatta gerisini bile getir, ben umuma açık yerlerde fazla ileri gidemiyorum malum... =)

Musa demiş kiiii,

Seren göbeğine bez bağladı, photoshopla göbek yaptırdı...
Sonra bebeği kordon dolanmasından öldü diye yalandan ağladı...
Milleti ağlattı...
Zaten parası da yoktu...
Ayrıca takma kirpikleri çıkınca da çirkindi!

E yuh!!!...

Seren'de demiş kiiii,

Musa hırsızdı...
Çocuğunu çöp poşetiyle attı..
Zaten işi de yoktu...
Paramı da yiyordu...

E sana da yuh!!!...

Bunlar ne? Kutsal evliliğin anıları...

Magazin bu yüzden seyretmiyorum işte! Ama insan gazetelerde çarşaf çarşaf görünce okuyor ister istemez. Sonra bir kavga bir kavga kendimle. Onların yüzü kızarmaz, ben alı al moru mor. Üstelik bu magazin haberini takip etmem gerekecek! Çünkü içimde bir merak bir merak. Sıradakileri merak ediyorum. Bundan sonra özellikle Musa bilmem kim ile beraber olacak, o cesur (!) bayanı merak ediyorum...

Koklayarak seçilmiyor ki diye bir savunma var ya, koklayarak seçiliyormuş.
Bilim adamlarının yalancısıyım. Ama hangi kokuya gittiğimiz allah kerim...

Aslında banane! ba-na-ne! bize ne!?

Ama sokuyorlar gözümüze işte.
Yabancı bir maddeye maruz kalan bünyede düşünmeye başlıyor. Ne yapsak, ne yapsak...?

Önce boşanıp sonra evlenelim!
Ya da şöyle bir teklifim var, her evliliğin ilk senesinde bir mahkeme öneriyorum. Çocuk çoluk yapmadan. Şöyle keyifli keyifli bir kavga çıkar ama okkalısından olsun! sonra bir mahkeme aç yaslan arkana arkadaşım,izle bakalım olanları.
Sonra isteyen buyursun barışsın olanlardan memnunsa ya da nerden dönsen kardır hesabı hazır hakim duruyorken karşıda tek celsede dün öpüştüğün bugün yabancı.
Sen sağ ben selamet...
E korkuyor insan haliyle! Bu ne ya!

Aşık oluyoruz...

Elele tutuşuyoruz...

Öpüşüyoruz...

Sarılıyoruz...

Sevişiyoruz....

Arkadaş oluyoruz....

Gün geliyor beraber yalan söylüyoruz...

İnanmadığımız savaşa giriyoruz eşimiz inanıyor diye...

Anne, baba, yol arkadaşı oluyoruz...

İster bir sene, ister on sene...

Hayat arkadaşı oluyoruz...

Peki, nefret edince mi bitiyor evlilikler, beraberlikler?
Yada nefret edilmek umrunda olmayınca mı?


Neyse, şu haberleri okuduktan 3 gün sonra seren'in albüm çıkardığını gördüm, bu durumda kendi reklamını yapmanın haklı gururunu yaşayarak, keyfini çıkaran ve son bir kaç haftaya adını altın harflerle kazıyan serengil'e bir kelimede benden olsun...

Sen eskidin kiiiii, kimse yüzüne bakmaz kiiiiii, na nı na nı na na....

Seren'den sonra kendime geliyorum, öncelikle beni özelden arayıp duran, türlü türlü laflarla ilişkime balta vurma girişimlerinin hepsi sonuçsuz çıkan ama yine de pes etmeyen hırslı manyağa lafım! senin önce azııını burnunu kırıp, sonra saçını başını yolucam arkadaşım bilgin olsun! allah yarattı falan,hikaye...

Neyse, böyle durumların sıkıntılarını uzun sürdürmemeyi öğreneli baya olmuş, yada bunları uzun süre dert ederek hayatımdan ki güzel zamanlardan çalmamayı akıl edecek kadar büyümüşüm ben...yaşasın! =) hemde o telefonlardan sonra elimde profiterolle sevgilimin yanına gidip koskocaman sarılabilecek kadar...yaaaa...canıma değsin!

Aslında ayrılmamız için deliren bu kişinin facebok'una =P bakmayı çok isterdim, eminim o da şimdilerde herkes gibi özlü özlü sözler yazıyordur iletilerine.
Hayır yani dünyaya nam salması an meselesi olan tüm felsefe guruları ve filozoflar arkadaş listemde de, o sebepten...eh böylesine bir kültür patlamasının tam ortasında barınabilen biri olarak, bulunduğum durumun haklı gururunu yaşarken şu anda çoook pislik olduğumuda kabul ediyorum aehihihahehhi =)))

Hele de 14 ile 20 yaş arası, hayatın tüm derdi kederi üzerlerine yığılmış olan ve feleğin çemberinden geçmesine ramak kalanlara hayranım desem yalan olmaz...
Ya aşkları dünyanın en büyük aşkı... Ya dertleri en büyük derdi...
Ya asıyorlar, ya kesiyorlar... bi atarlar, bi giderler... alayına imiş hemide!
Ya da "@" ile başlayan yer bildirimleri, nerdeysen nerdesin, dışarı çıkmışken internete gireceğine ,biraz etrafına bak, oturda iki kelime sohbet et, bi dergi,bi gazete oku kızıaam! 2 gün önce Tunceli'de yine şehit verdik haberin var mı acaba?

İyi ki ben lisedeyken facebook yoktu, açıkçası kimsenin aklımın popoma kaçtığı günlere şahit olmasını istemezdim... zavallı yeni nesil... =P

Peki gelirsek işin ciddi kısmına, büyük büyük kelimeler dolanıyor ya etrafta son zamanlarda. Hani yaşam felsefemiz diye gösterdiğimiz, bizi anlattığına inandığımız için paylaştığımız yada kullandığımız özlü özlü sözler var ya hayatımızda.
Bir yanlışlık yok mu sanki bu işte? Özlü özlü yaşayan bu kadar insan varken dünya cennet olmalıydı. Neden cehennem sorarım size?

eeee mesele büyük konuşmak değel yeğeeen...

Böyle işte, bazen sıkılıyor be insan.
Ondan,bundan,şundan.Hep üst üste geliyor ama napalım.
Yinede camdan dışarı bakıp "istediğin kadar ilerleyebilirsin,bu dünya senin!" diyebilmek...buda olmasa...

Aaaaydin görüşürüz...
Öpücüklerrr...öpücükkler...

Pazar

Biraz duygu...Biraz uyku...

Oh valla... Yağmur yağıyor, hava mis, keyfim yerinde, saat 05:00 civarı, bir kahve daha yapıp bu yazının başına oturmalı mıyım??! diye savaşıyorum kendimle...
Yoksa duşumuda almışken uyumalı mıyım?
Bu yağmuru ve şu keyfi bırakmayı hiç istemiyor canım. O zaman kahve mi yapayım ben :)
Ve geldim...

Öncelikle 2010'un şu ilk şahit olduğum sonbahar yağmuruna merhaba...
Yine güzel bir gece ve ertesinde güzel başlayan bir günün daha sonundayım =)
Birlikte buruşmak istediğim adamın yanından çıkıp da eve gelmeler artık daha bir işkence gibi sanki... Halbuki ne güzel yayılmış dizi izliyorduk! Neyse, bir
uyku hali varki üzerimde kaç gündür, gördüğüm her yerde kıvrılıp uyuyasım geliyor... Hava geçişlerinden midir, nedir...fena...

Ayrıca, hayal kırıklığına uğruyorum sanki...
Öyle bir şey ki, kabulleniş mi desem, incinme mi desem, adını koyamadığım bir şeyler var üzerimde. Bilemiyorum...
Değişiyor muyuz...?
Nedir dersen verecek cevabım yok.
Şu şu şu diyemem ama hissediyorum... Tuhaf...

Aman, neyse, konuma geçiyorum. Hatta soruyorum.
Sence bir kadın niye kavga eder? Nasıl eder?
Şimdi bu yazı bu akşam dinlediğim hikayenin esas kızına ve "biz"e olsun, eğer planladığım gibi yazabilirsem, ben dahil pek çok hemcinsimi ifade edebilmiş olaraktan kendimle gurur duyacağım!

Kafası çalışmayan hırtlar, kadını zerrece tanımayan kazma türü erkekler, bir kadının öfkesinin ne anlama geldiğini bilmezler, bilmiyorlar...
Tıpkı bir kadının kavga esnasında söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmedikleri gibi...

Kadın bir erkeğe duyduğu öfkeyi hiçbir zaman direkt göstermez...
Esas öfke duyduğu konuyu mutlaka değiştirir, başka bir konudan çıngar çıkartır ve satır aralarında söyledikleriyle bir nevi mesajlaşır...

Ama bizim erkeklerimiz “Bizimkinin heyheyleri üstünde...” türünden zırvalarla, “Aybaşısı mı tuttu bunun?” gibi ifadelerle kadınları aşağılasalar da, esasen her iki durumda da olayı kavrayamazlar...
Çünkü kadın, kavga ederken, kavga konusu olan konuyu değil, ilgisiz ve alakasız konuları kavga konusu yapar...
Mesele kadının neden kavga ettiğini, niye durup dururken hır çıkardığını, niye ortalığı ayağa kaldırdığını, niye yine maraza çıkardığını anlamaktır...

Gerçek nedenin ne olduğunu bulmak “kadından anlayan erkeklerin” işidir... ;)

Mesela bir kadın durduk yerde yanındaki erkeğin sinirini bozacak kadar şuh bir kahkaha atıyorsa, onu kıskandıracak şekilde etraftakilere ilgi gösteriyorsa, mutlaka “adama” bir bedel ödetiyordur...

Adam denilen o kazma, ya masadaki bir kadına bakmıştır ya çevredeki kadınları yiyecek gibi süzmüştür ya da yediği haltları etrafa böbürlenerek anlatmaktadır...
Bu durumlarda kadın, “o iş öyle yapılmaz böyle yapılır” dercesine davranır...

Ya da benim gibi hırsını almak için zaman ve mekan kollayarak, uygun ortamı bulduğunda fitil fitil burnundan getirir. Gerçi yukarıda yazdığım ilk taktik en cazip olanıdır ama belki de insaflı tarafıma denk gelindiğinden, daha bu şekilde bir hınç alma yoluna gitmemişimdir, şimdilik...

Kadın, sevgilisine yakınıyor telefonda;
-"Çok ayıp ettin... Beni Edirne’ye götürmedin... Söz vermiştin ve hiç sözünde durmuyorsun... Ben de bildiğimi okuyacağım...!!”

Bir süre tartışıyorlar, adam bulunduğumuz yere geleceğini söylüyor.
Başlıyoruz beklemeye, o sırada da konunun üzerinde konuşuyoruz ve adam gelmeden 5 dakika önce kadında değişimler başlıyor, makyaj yenileniyor, saçlar kendine getirilip biraz ıslatılıyor ve üzerinde ki gömleğe gözle görülür şekilde bir göğüs dekoltesi konduruluyor.

Adam masaya geldiğinde, kadının dekoltesine bi an bakıp kaldıktan sonra, kadının suratına doğru yerinden fırlattığı gözleri, kızarmaya başlayan elmacık kemikleri ve "üşümedin mi?", "üzerine birşeyler alsana??!!" sorularıyla oldukça eğlenceli gözükse de, asıl kadının verdiği "yok canım üşümedim böyle iyi.." cevapları ve anlamamazlığa yatışı, dudaklarımızı kanatacak şekilde ısırmamıza sebep olandı... Ayrıca “bildiğini okumanın” ne anlama geldiğini gösteriyordu ve bu daha başlangıçtı... Gülmemek için kafamı başka taraflara çevirsemde başarılı olduğumu söyleyemem...

Erkeklerin çoğunluğu, “bir Edirne’ye götürmeme" işinin buralara nasıl geldiğini anlayamazlar... Oysa konu, kesinlikle Edirne değildir... Zavallı Edirne!!!
Edirne bir kurbandır...
Ne diyordu kadın:
“Söz vermiştin... Zaten hiç sözünde durmuyorsun...”

Kadının anahtar cümlesi “zaten hiç sözünde durmuyorsun”...
Sözünde durulmayan konu da Edirne değil adamın her yıl vermiş olduğu “evlilik sözü”dür...

Sen kadının sözlerinin peşinden Edirne’ye gidersen elin boş dönersin...
Göğüs dekoltesiyle, zavallı Edirne arasındaki bağlantıyı bir türlü kuramaz,
“bu kadınlar ne acayip yaratıklar” deyip durursun...
Hatırlanması gereken konu taaa en başlardadır,
Edirne’deki Kırkpınar şenlikleri değil...

Yani demem o ki;
Bir kadın maraza çıkardığında bir erkek marazanın kendisine değil, gerçek nedenine yönelmelidir...

Ha diyorsanız ki; "Takmam ben vırvırcı kadını" o zaman o zaten takacaktır zatınızı, zamanı geldiğinde...

Geçmiş ola...

=)

Duygu...Biraz duygu...
Bütün isteğim buydu...
Biraz deniz...Biraz uyku...
uuuuuuu.......

Cuma

Özledim...

Blogumun yeni tasarımına ilk yazım yine aşk üzerine olmalı...
Zaten başka ne var ki güzel giden, hem ne zaman Sezen Aksu'nun "Seni pamuklara sarmalar sararımmm...." diye bağırdığını duysam sevgilime olan aşkım tavan yapıyor...

Paylaştığımız her an beynime bir daha çıkmamak üzere kazınıyor sanki, özellikle son iki haftadır ilk kez bugün göremedim, böyle özlemek olmaz olsun... Anlatsam zannedilir ki haftalardır görüşmüyoruz, halbuki daha dün her zaman ki gibi süper bir gün geçirmiştik... Ayrı kalmak istemiyorum artık... =(

Neyse..

O'na olsun... her kelimesi...

Senden önce ne yapardım ben,bunu hatırlamaya çalışıyorum.
Hatırlamaya çalıştıkça da kocaman bir boşluğun içine yuvarlanmış gibi oluyorum.
Senden önce ne yapardım ben?
Yada, Senden önce nasıl mutlu olurdum?
Neler sevindirirdi mesela beni?
Yine aynı kitapları okurdum, yine aynı müzikleri dinlerdim. Ama senden sonra sanki hayatımda ilk kez müzik dinliyormuşum gibi geliyor.

İnsan beyni ne tuhaf... Cevabını bulamadığım durumlardan hoşlanmasamda ilk defa bu durum beni fena halde eğlendiriyor, iyi banane napıyorsam yapıyormuşum diyesim geliyor. Demek ki oldukça manasızmış ki bir türlü senden öncesini hatırlayamıyorum... Şimdi hepsinin bir anlamı var...

Bir de çok uykum var ama bu akşam nereye uzansam, gözlerim açık kapalı farketmiyor, seni düşünüyorum, seninle dolu dolu geçen şu 10 ay'ı, ondan önce ki 6 ay'ı ve inanamıyorum bu hale gelebildiğimize...
Suratıma bi sırıtma yayılıyor yavaş yavaş...
İlk tanışmamız, falcı, gözünü sevdiğimin facebook'u!, bir iftar davetinden sonra başlayan sohbet ve sabah ezanı ile saatin farkına varmak... Sonrası...
Ne çok bekledim seni...

Şimdi ise,
Uykuya dalmadan önce suratımda hala anlamsız bir sırıtma oluyorsa,
Sesinle, aramanla uyandığımda, benimle birlikte uyanan güne senin adını veriyorsam,
Her buluşma öncesi hep aynı şekilde heyecanlanıyorsam,
Yanına gelirken, o parkın taşlarını nasıl yürüdüğümü bilmiyorsam,
İçtiğim çayın şekeri, sigaramın dumanı, kahvaltımın her lokması sen oluyorsan...
Sana gelirken sokakta bana bakan her insana sırıtasım geliyorsa,
Sevdiğin şarkıyı defalarca başa alıp bıkmadan defalarca dinleyebiliyorsam,
ve o şarkının her sözüne seninle ilgili ayrı bir anlam yüklüyorsam...
Yorucu bir günün sonunda ufacık bir sözünle, bir gülüşünle uzun bir tatilden dönmüş gibi enerji doluyorsam ve o enerjiyle hiç uyumadan günlerce çalışabileceğimi düşünüyorsam...

Yok bu ben değilim...
Benim de... Başka bir benim yani...
Yaklaşık 2-3 senedir ilk defa yürekten mutluyum diyebilen bir ben...
Deli gibi aşık bir ben...

Bir de sen varsın...
Kaybetmekten ölürcesine korktuğum, sonrasını düşünmek bile istemediğim, hayatım boyunca yaşadığım en büyük mutluluğun sabah sağıma döndüğümde yüzünü görmek olduğu, her gece yanımda olduğunun hayalini kurarak uyuduğum, bir sözüne dünyaları verebileceğim, aşık olduğum adam...

Herşeyinle, olduğun gibi, herşeyden çok, herkesten çok seviyorum seni...

Dedim ya, uykum var ama seni düşünmekten uyuyamıyorum...
Şimdi bir kaşık çocukluk uykusu istiyorum.. uyumadan biraz önce.. tok karnına, bir tatlı kaşığıyla.. açık olmalı odanın penceresi... perde oynamalı ayın kokusuyla.. kızarmış çarşafın üzerine, gece dilim dilim sürülmeli… sen olmalısın başucumda... koynunda olmalıyım ben... saçlarımla oynarken, bana ince ince beni anlatmalısın... uyuya kalmalıyım öylece, ellerine dokunarak, kokunu duyarak... Boynumda, saçlarımda hissetmeliyim nefesini...işte böyle hayal ediyorum seni beni…

Çok özledim...

Salı

FOÇAŞK

Tatil bitti. Yani benim için. Denize girdik, fit fit gezdik, yandık, karardık, arada yanımızda götürdüğümüz sıkıntılarımızdan kaçıp sevgilimle birbirimizin koynuna sığındık yada kendimizi kandırdık ama eğlendik.

Kitap okumadım, gazete bir kez okudum içim sıkıldı bıraktım. Televizyonda haberleri gördükçe saydım, sövdüm, mümkün olduğunca duymazlıktan geldim. Her gün bir gömlek ütüleyerek, ütü ile aramdaki samimiyeti geliştirdim. Hatta parmağımı yakmasıyla fazla laubali olduğumuzu düşünüp kendileri ile münasebetimi tamamen kestim.

Günleri şaşırdık, çabuk geçmesin diye dualar ettik ama nasıl geçtiğini anlamadığımız muhteşem bir dokuz gün geçirdik. Önce İzmir'i fethettik, ilk gecenin bi vakti faytonla gezerek, sonra ise sinemaya gidelim, bowling oynayalım, go-kart'ta yarışalım, güzel yerlerde yemek yiyelim diyerek beyaz kelebeğimizle.
Karşıyaka, Alsancak, Kordon, Mavişehir, Bornova, Bostanlı vs...
Muhteşem, sahil şeridine kurulmuş, güzelim bir şehir İzmir... Kızları ile ünlüydü ya hani, Kordon'da o doğa harikalarına pek rastlayamayarak hayallerimiz suya düşse de, Karşıyaka'nın hatunlarına diyecek yoktu açıkçası...
Kıskanırım, baktırtmam, hakkımdır! Ama yiğidi öldürüp hakkını vermek lazım gelir...
Güzeldiler, hoştular, güzel olmayanları bile bakımlıydılar...Beğendim ;)

Sonra İzmir yetmedi bize, Bergama Antik kent'i, Artemis tapınaklarını, Artemis tepesini ve muhteşem ötesi manzarasını gezerek tekrar koyulduk yola, ruhum çingene benim ruhummmm, turistlere 240 euro'ya satılan halıyı pazarlıkla 120 ytl'ye aldık ve devam ettik...
Sarımsaklı, Ayvalık, Cunda...
Sarımsaklı plajında jetski ile sahilden 400 metre açıkta iki kez devrilmemiz, o hız, denizin içinde oynadığımız oyunlar...
Cunda'da papalina, pavurya bacağı ve lor tatlısı denemeleri...
Bir günde 350 km yol katetmek yorgunluğumuza yorgunluk katsada,
Muhteşemdi...
Denizi, kumsalı, evleri, sokakları, insanları...

Ege'nin insanı hakikaten başka...
Ben sıcaktan bunalmış hızlı hızlı yürüyüp gölge bir yer ararken,
çantamda telefonunu arayan sevgilimi gören tonton bir amcanın,
-Kızım polis çağır çantanı karıştırıyorlar demesi.
Bileklik almak için tezgahın önünde sahibinin gelmesini beklerken,
-Pardon bu tezgahın sahibi nerede? diye sorduğumuzda
-Ya kocasını boşamaya gidivemiştir, ya dövmeye diye cevap veren diğer esnafın bizi kahkahalara boğması.
Tekne turunda, sevgilim kafasındaki şnorkel ile denizden çıkmazken, ben arada bir ona bakmak için ve hani yakınlardaysa balıklardan korkuyorum yanıma gelsin de bir girip çıkayım suya diye bir kendi yerime, bir teknenin ucuna gidip gelirken, her yanından geçtiğimde yanındakilerle rumca konuşan bir amcanın, benim bir o tarafa, bir bu tarafa gittiğimi gördüğünde,
-bi o yana gidiveriyon, bi bu tarafa gidiveriyon, napacen gari ben anlamadım ki seni dediğinde,
-sevgilime bakıyom gari, o da gelmiyo ki bu taraflara bi denize giriverem, korkuyom balıktan be ya.! diye cevap vermemle kahkaha atıp teknede ki duşu göstererek.
-yandın mı be ya hem ne varmış korkecek al bunla serinle demesi ve sohbetleri.
Foça'ya indiğimiz günlerde, sahilde oturup balık tutan ve çay içenlerin, bizim sarmaş dolaş hallerimizi görüp gülümseyerek izlemeleri. Bambaşkalardı hakikaten...

Hatta bugün Kadıköy'de sevgilim elini omuzuma atmış yürürken, yanımızdan geçen 450 kiloluk bir teyzenin, bakışları ve "sarmaş dolaş geziyolar cık cık!" deyişi o insanları bir kez daha özlememe sebep oldu. İki insan arasındaki bağın değerini, dostluğu ve aşkı gördüklerinde bunun hayattaki pek çok şeyden daha değerli olduğunu bilen insanların yaşadığı bir yer Ege... Rahat, komplekssiz, yargılamayan, kendi yağlarında kavrulan, huzurlu ve mutlu insanların yaşadığı bir yer...

Neyse devam ediyorum,

Sevgilime yaşlı kadınlar baktı, bana yaşlı amcalar. Sevgilim güzel kızlara baktı, ben sevgilimden daha yakışıklısını bulamadım bakıcak, o yüzden surat astım. Küstüm barıştım. Küstüm barıştım... Ama kendi kendime, o hep güldü, çilek yanaklarını yediğimin...

Sonraaa,

Sabah kahvaltılarımızı, gezdiğimiz günlerin yorgunluğunu atmak için gece yarılarımızı ve boş olduğumuz günleri ise genellikle Foça merkez'de, Kale içi'nde, Küçük deniz'de dondurma yiyip, yürüyüşler yaparak, Orak adasını, siren kayalıklarını, Fransız köyünü, Kosova koyunu tekne ile gezerek, yüzmek için aldığımız makarnalarla birbirimizi döverek, ringo'ya binip bilmiyorum kaç km hızla taklalar atıp denize çakılarak, gece odamıza çıkmadan önce sahile inip, şezlongları denizin dibine çektikten sonra, muhteşem bir gökyüzü manzarası izleyerek ve bol bol kahve içip, sohbet ederek geçirdik...

İnsan gerçekten birini tanımak istiyorsa onunla tatile çıkmalıymış ya, tanıştık işte. Beraber yaşanan o dokuz gün, ölene kadar yanından bir saniye ayrılmak istemediğim bir adam tanımama sebep oldu. Birbirimize ne kadar benzediğimizi gösterdi, bir arada yaşadığımızda ne kadar uyumlu olabildiğimizi gösterdi ve binlerce kez yeniden yeniden aşık etti...

Şimdi ise kavgasız, gürültüsüz, inanılmaz eğlenceli, aşk dolu ve rüya gibi geçip giden bir tatilden geriye kalan, yarım yamalak gece uykuları, bir gün göremeyince neredeyse bir aydır görememiş gibi delicesine bir özlemek ve her sabah uyanıp da olmadığını gördükçe gelen ağlama hissi...

Ama yine de ballı lokma kıvamındayım, anlayacağın her şeye değdi...

Daha fazla ne demeli bilmiyorum, anlatırken yoruldum, yazarken yeniden yaşadım, deli gibi özledim... Herşey için, sevdiğim için, sevildiğim için, sonunda, en doğru zaman da, en güzelini yaşattığın için teşekkür ederim Allah baba... Bende seni seviyorum =)

Si yuuu...

Çarşamba

İyi Bir Haberim Var!!

İyi bir haberim var! Yalnız değilsiniz...
Herkes kötü! Herkes sıkıntıda. Herkes bunaldı.
En mutlu gözükenin bile mutlaka bir sorunu var bugünlerde.
Bugünlerde devletin bile başı dertte, kendisiyle!
Ayrıca sıcak! Çok sıcak!
Acaba tüm sorunlar küresel ısınmayla mı bağlantılı?
Bu sıcaklar mı gevşetiyor vidaları?
Sıcaklık artışlarıyla bağlantılı olabilir mi sinir katsayısının artması?

İnsanın kendini anlatması ne kadar zor işmiş...
Yada ben hayatımda ilk defa bu kadar zorlandım...
Yoruldum... Kelimelerim bitti... İlk defa...
Öylesine sakince anlatmaya başlayıp, bir türlü anlaşılamayınca ve sinirden çıldıracak hale gelipte kalp kırmamak için fren yapmak zorunda kalınca da ağlıyormuşum ben!
Her halta ağlıyormuşum! ve ağlamama sinir olunuyormuş...
Dedim ya kelimelerim bitti, ne desem boş ve ben nasıl halsizim...
Her halta ağlamıyorum aslında, belki sinirlerim laçka olmuştur, belki bu sıralar sürekli damarıma basıla basıla hassaslaşmışımdır... Belki çok üst üste gelmiştir...

Belki sevdiğimdendir... O içimdeki sevginin bazı tavırları, bazı sözleri haketmediğine olan inancımdan dolayı, hayal kırıklığına uğradığımdandır...Karşımdakinin kalbini kırmak istemeyip de, susmak zorunda kalınca, hiç birşey yapamadığım zaman bi anda doluveriyordur gözlerim...
Keşke elimde olsaydı, asla belli etmezdim...
Özür dilemeli miyim?

Kavga etmeden, sakince, tatlı dille derdimi anlatabilmeyi özledim...
Sakince dinlenmeyi, dertleşebilmeyi özledim...
Neden değişir ki bazı şeyler zamanla...?
Neden savunmalar bile daha kırıcı, kelimeler daha sivri olur...

"Ben hep buydum..."
Değildin diyemedim...
Bu kadar incitici değildin diyemedim, çünkü fırsat kalmadı...

Pes etmeyi, edenleri sevmiyorum.
Neyi istediğimi bildim bugüne kadar.
Neyi, kimi, nasıl beklediğimi de hiç unutmadım...
Zaten hala, her "geliyorum" dediğinde elime,
ayağıma gelen titremeden dolayı fırsat kalmıyor unutmaya...
Gerçi her ne kadar bazılarına eskide takılıp kalmak gibi gelse de, çok ipucu saklıyor “eski”. “Unutmalı!” diyenler bana kızacak olsa da “asla unutmamalı!” diyenlerdenim. Daha önce neleri aştıklarını ve neleri sabrederek kazandıklarını unutmayanlardır kolay kolay pes etmeyenler...

Etmem bende! Kimi sevmişim bugüne kadar böylesine...

Düşüp dizlerini kanatan çocuklar ağlar dimi? Ama çocukları canlarının acısından çok “geçecek mi” korkusu ağlatır. Ne kadar ilaç sürerseniz sürün, en iyi ilaç “geçecek!” demektir ağlayan çocuğa. Ve geçer... Hep geçer...

Bilmediğimiz, daha önce hiç kanamayan yaralar alıyoruz son günlerde. Kızsak bile bu da hayat aslında. Yaralarımız da yaşama dair. Her anı kahkahalarla geçireceğiz diye anlaşmamıştık zaten, asıl şimdi, şu zor zaman da belli olacak gerçek olup olmadığımız...

Sinirler harap, sorunlar tonla, bazılarının bizimle alakası olmasa da birbirimizden çıkarıyoruz sanırım acısını... Ama eminim bu zaman geçtiğinde, bitmediğimizin ve kolay kolay bitmeyeceğimizin işareti olarak kalıcak aldığımız yaraların izleri... Olsun...
Bizde herşey gibi, herkes gibi, şu engebeli yolu bitirip düze çıktığımızda, yara izlerimize bakıp dalga geçerek hatırlarız bugünleri...

Umarım...

Bu arada son bir not;
İçimden geçenler farklı, davranışlarım farklı değil benim, hele hele olgun sevgiliyi hiç oynamıyorum, öyle bir çabamda yok... Özüm kaba da, kibar olmak için de çaba sarf etmiyorum... Sadece o an nasıl içimden geliyorsa öyle davranıyorum.
Bu kadar şeffafken iki yüzlü gibi algılanmanın yarattığı kırgınlık paha biçilemezdi...

Yara aldığım konuyu kapatmaya ve kendi hayatımıza bakmaya karar verdiğim, bunun için kendimi çok fazla dinlememeye çalıştığım, sadece yanında ve huzurlu olmak istediğim zamanlar da benzer konularla, şaka mayetli üzerime gelinince, kapatmaya ve yok saymaya çalıştıklarım birbir ayaklanıyor!
Tüm patlamam, öylesine bir şakayı bu kadar abartmam bu sebeptendi...
Dedim ya, ilk defa kendimi anlatmakta bu kadar zorlandım...
Ve 8 aydır ilk defa bu kadar kırıldım...
Fazla birşey istemiyorum aslında, çok halsizim...

Öyle işte, yazmasam da olurdu bu yazıyı. Rengim belli, tepkim belli. Lüzumu yoktu aslında. Ama yazmazsam boğulucaktım. Çünkü tek susturamadığım şey var benim o da içimden geçenler...

Neyse ne diyordum, tutunuyor işte insan hayata...
Sarılacak, sabretmeye değecek, hele ki kendinden çok sevdiği birileri varsa...
Söz hepimize... Geçecek...

Cuma

Gri

Hayatım iş dönüşü saatindeki trafik gibi. Bense trafik polisi.
Durdur, yol ver, ceza kes, affet...

Karman çorman herşey. Üstelik çözülmesi gereken problemler varsa ağlayamam da ben. Bir bitsin gösteririm nasıl böğürülüyor! Kaskatı kesildim, beynimden geçenlerle başa çıkmaya çalışıyor ve bazen nefes alamıyorum...

İnsanlara baktığım zaman uzaktan belli olmuyor bazılarının
insan mı yoksa sureti mi olduğu...
Fayda etmiyor gözleri kısıp da silüetlere bakmak.
Karşındakinin ne kadar insan olduğu ancak kızgınken, kavga ederken ve sinirliyken anlaşılıyor.

Hatta bazen hayvanlar aleminin her ferdine daha bir saygı duyabiliyor insan!

Ve Türkçe dil dökmek ne kadar zor oluyor bazen karşındaki Fransızsa!
Bir konuda rahatsızlığını belirterek bunu yapmamasını istemek ve ondan insani bir tavır beklemek... O insani tavrı göremediğinde ise kendini tanıyamayacak kadar tehlikeli şeyler düşünmek, yapmakla, yapmamak arasında kalmak, ağzından çıkan sözler...

Hayatın olarak gördüğün şeylerin yok edilebileceği düşüncesi insanı kötü yapmaya yetiyormuş, göz karartıp, bugüne kadar hiç tatmadığım o "intikam" denilen hissi bile tattırabiliyormuş... Halbuki "Gör bak ben neler yapıcam..." sözü ne kadar uzaktır bana...

Dilleri zehirli, gözler zehirli. Nefret oturuyor kalbime. Savaşlarda anlaşılıyor insan ne kadar insan. Çünkü düşman ya gereğini yapan bir asker olarak kalır hatıralarda ya da gereğinden fazlasını yapan adi bir savaş suçlusu...
Hangisi olmam lazım?

Hıncımı alamadım ya patlamaya hazır volkan gibi hissediyorum.
İçimde biriktirdiğim alev topları bende dahil bir kaç kişinin canını yakıcak sanki...

Kısacık olan, 23 senelik hayatımda ilk defa dün "ben bu kadar tehlikeli olabilir miydim?" diye sordum kendime...
Sonra herşeyi göze almaya değer mi dedim?
Aklıma gelenler öyle böyle değil...
Kızgınım hemde çok...
Zor, yorucu ve yıpratıcı bir zaman dilimi beni bekliyor sanırım...

Huzurumu kaçırıp, içime kurt düşürdüler...
Uyuyamıyorum, yiyemiyorum, herhangi bir konuya odaklanamıyorum, sohbet edemiyorum... Düşünüyorum... Düşünüyorum... Düşünüyorum içinden çıkamıyorum...
Midemde bir ağrı, aklımda bin tane soru...

İnsanları gördükçe yılan denilen o soğuk, çirkin görünüşlü, ürkütücü hayvana bile sempati duyar oldum, o derece...

Ama tecrübe oldu bana diyelim, mideme giren o sancıya rağmen, ellerimin bir saniye içerisinde buz kesişine rağmen, iki gün önce güvenmeyi öğrendiğimi öğrendim, hatta bu kadar güvendiğimi bile bilmiyordum, sanki ben değildim o an telefonda konuşan, çok garipti "sevgilin geçenlerde benimleydi bunu da söyledi mi sana!" lafını duyduğumda "hı..tamam..." diyerek telefonu kapatmak ve zerre kadar inanmamak o sözlere... Güzeldi...
Çok üzdü, sinir de bozdu ama zarar veremedi diye düşünürken neden şimdi bu içime oturan sıkıntı? Beynimde dolaşan binlerce soru...
Bundan iki gün önce öylesine bir şeylerle ilgilenip keyfime baktığım sıralarda işten çıksada rahat rahat sohbet etsek diye aramasını beklerken, bu gece aramadığı her saniye mideme giren o sancı niye?

Bu güvensizliği hissetmekten, bu hissi yaşamaktan nefret ediyorum...
Ve işin kötüsü güvensizliğim kime bilmiyorum...

Başkalarında ne olarak kalmak istediği, seçtiği kelimelerde gizlidir her insanın.
Ve can acıtanlar tarafından unutulan bir şey de, aslında herkesin can acıtabileceğidir...

Bunları yazarken vazgeçiyorum intikam almaktan. Belki de çok yorgunum...
Huzur istiyorum...
Bazıları can acıtmanın insanlık olmadığını bilmeselerde ben biliyorum. Havlamak sadece köpeklerde sevimli duruyor işte...

Tek bir hareket dahi yapmıcam, bu işi temizlemesi gereken ben değilim... Temizlenmezse de paşa paşa yoluma giderim yapacak birşeyim yok...
Yine de düşündükçe canım yanıyor...
Söylenenlerin doğruluğuna inanmasam da, "ya yalan değilse?" düşüncesi kemiriyor beynimi... Kim yardım edebilir ki bana şimdi...

Tatsız, tuzsuz, uykusuz..
Kahve telvesi kaplamış sanki fincanımın dibini.. niyetlenip fal baksalar bana, kaç vakte kadar feraha çıkacağımı söyleseler.. bir yol gözükse, sonu aydınlık olsa. bekleyen biri olsa yolun başında, o yolculuktan sonra düzelse herşey.. bir sürü laf söz olmasa.. göz olmasa.. arkamızdan konuşulmasa.. zehirlerini üzerimize sıçratmasa insancıklar... Devlet kapısında beyaz bir kağıdım olsa.. bir adağım olsa ve tutsa.. Keşke biriniz falcı olup, beni biraz avutsa...

Cumartesi

öf!

Sıcaklarla başım dertte şu sıralar bir de kendimle…
Nerden geldi yapıştı üzerime bu tatsız, tuzsuz, alıngan, sıkıntı karışımı acaip haller… Üzüntüsünü, derdini içine atan bir insan değildim ki ben, belki bu yüzden bu kadar keyifliydim, o an söylerdim ve biterdi. Şimdi? Konuşmaya, anlatmaya halim yok… Arkadaşlıklarımı sorguluyorum, dostum saydıklarımın, ilk sıraya koyduklarımın hayatlarında nerede olduğumu gördükçe… İnciniyor muyum? Sanırım evet… Ama alışma meselesi, zamanla geçecektir.

Yine kendimle tanışıyorum, bu sefer öğrenmediğim yerden soruyor hayat, çalışıp öğreneyim diyedir, çalışıyorum… Zor oluyor, algı sistemim bu tarz ani değişimleri geç idrak etmekte ısrarlı. Üstelik cevabı bilenlere sorduğumda, hepsi ayrı şık seçiyor. Kimsenin faydası yok başkasına. Kimsenin cevabı “bana” benzemiyor... Bu yüzden yine kendi başıma halletmek zorundayım. Üstelik nereden ve nasıl başlayacağımı da bilmiyorum.

Tuhafım işte, Geldiler denir ya hani, benden iyice gittiler galiba. Uykum var uyuyamıyorum, açım yiyemiyorum. O kadar bozuldu ki ayarlarım, ben olmak istiyorum olamıyorum. Dönemiyorum bir türlü fabrika ayarlarına! Bilsen ne kadar kızgınım. Kızmaktan yorgun düşecek kadar...

Gidiyorum bu hafta ortası, güzelce bir tatil yapıp, uzakta olup kafamı dinlemenin tam sırası. Doğru cümlelerle, sakince konuşabileceğim zaman ancak açılırım. Başka türlü yine suçlu ben olurum, üstelik haklıyken… Çünkü sivridir dilim biliyorum, lanet huy!


Ama konuşsam da pek işe yaramayacak sanırım, neden mi?
Zormuş özür dilemek, öyle diyorlar.
Neden zor olsun yanlışını kabul etmek? Ne zaman erdik hep beraber, topluca?
Özür dilerim ben, vazgeçtiklerimden.
Ve özür beklerim vazgeçirildiğim için.

Gittiğim tatilden dönerken umuyorum, Sadece “ben” olacağım...Değişmeden, değiştirmeden, korkmadan, severek ve kıymetlerini bilerek benim olanların...
Şu en zor çekilebilir olduğum zaman da biraz olsun yüzümü güldürmek için uğraşan ve sürekli alttan alan sevgilimin, uğur böceğim, tek dostum olan kardeşimin, gökyüzümün, denizimin… onlarla devam ederim kaldığım yerden, öncesini ve ötesini pek düşünmeyerek...
Onlar da beni sevecek döndüğümde eminim, üstelik “sadece” ben olduğum için...

Gidiyorum yine, halbuki alışılmış bi durum olmalıydı benim için ama gitmek zorunda bırakıldıkça kalbim kırılıyor daha çok, ne tuhaf...

Savaşamayacak kadar yorgunum. Nefes alamayacak kadar. Yalan söyleyemeyecek kadar. Konuşamayacak, anlatamayacak kadar...

Yokum bir süre...

Değiştirildiğim beni, geri getirene kadar...

Perşembe

Ben mi? Kıskanç mı? Yok canım...

Az kaldı, şimdi yangın var diye bağırıcam!
Nasıl buluttan nem kapıyorum!
Yok söyleyemem de bu kadar saçma sapan bir şeyi, sonra adam bana neresiyle gülsün.
Liseden bir arkadaşımı aradım gecenin 4'ünde, duramadım ama napıyım!
Neyse allahtan işteydi, uyuyormuş ama uyandırdım sanırım bi miktar,
hem zaten işte uyunur muymuş canım...lala...ehe...

-ya ben saçma sapan bir şeye taktım pınar olacak gibi değil, o kadar saçma ki saçmalığını bildiğimden söyleyemiyorum da! çattladımm..!!

-Ne oldu be bu saatte de bakam?

-bıdı bıdı bıdı...

-ahhaaha ay duygu çok saçmaymış hakikaten, sakın söyleme, senin sinirlerin bozulmuş adet mi olacaksın?

-evet ya lanet olsun! kıkır kıkır kıkır kıkır =)

-Ondandır ondan, yoksa olmaz böyle hahahahaaayy çok komikmiş saçmalama. Yiğit özgürün hunili bütün karikatürlerini sana armağan ediyorum ne delisin hahaha...

-oh iyi, saçma yani, tamam oh çok rahatladım, allahımm imdat valla hakim olamıyorum! ehehahah...

-dur dur bak yarın görüşelim bol bol konuşuruz....
Diyip sözleşerek kapattık telefonu, of iyi ki var... Ama ya bir de hak verseydi bana?
Canım mertomm... Bitanecik, çilekeş sevgilim, çileğimmm, aşkların en güzeli...
Vay ki vay haline... =) İlişkime balta vuracak bu muhteşem krizi önlediği için arkadaşıma sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum... valla çok rahatladım...

Ama cevabını bulamadığım sorular var,
Kıskançlık neden gelip yapışıverir insana acaba?
Karşındakine mi güvensizlik?
Ne kadar çok seversen o kadar çok mu kıskanıyorsun?
Ya da kaybetme korkusu mu?

Bulamıyorum...

Kaybetme korkusu?
..... bilemedim, çok dillendirmek de istemiyorum ama içimdeki sevgi bununla birleştiğinde çekilmez bir hal alıyorum kabul. Nasıl törpülerim, şu durumu nasıl aşarım bilmiyorum ama evre evre gidiyorum sanki... Aşıcam yakındır.
En azından gerçekten kıskandığımda belli etmemeyi, ufak tefek kıskançlık oyunlarıyla eğlenmeyi, uzatmamayı öğrendim, o en ufacık şeyi kıskanıp kıyametler koparan tarafı törpüledim. Anında gemiler yakan, ortalığı birbirine katan kızı da ortadan kaldırdım. Şimdi tek sorun ilişkime, sağlamlığına ve sevgisine güvenerek bunu yok etmek...

Nasıl?
Bilmiyorum... Daha doğrusu nasıl yapacağımı bilemesem de, ne yapacağımı biliyorum, önemli sayılır... =)

Belki de ben Allah'tan belamı istiyorumdur. Hiç bir sıkıntım yok, borçlarım bitti, babamla ara sıra olan ve artık olsun da eğlenelim diye baktığım dalaşmalar dışında evde bir problem yok, dünyanın en muhteşem erkeği benim sevgilim...
Hem dün akşam üstünden itibaren bugün de dahil otuz saat boyunca beraberdik ve son on yıla damgasını vuracak kadar güzel bir vakit geçirdik... Ama anlatmam... =P
Neyin derdindeyim hırrr...
Bu adam beni seviyor...
Seviyor seviyor...
Hissediyorum ben, biliyorum... Seviyor...
E daha ne daha??
Ne istiyorsun daha be kadın!!?
Yumurtalıklarımdan beynime giden yolda bir arıza söz konusu, bunu bilir, bunu söylerim... Fena...

Neyse, bugüne kadar nasıl su akar yolunu bulur, böyle çok güzel, böyle de gitsin dediysem, yine bekleyelim su aksın yolunu bulsun... bu biiiir...
DYG şu alıngan ruh halinden ve dengesizm akımından kurtulup tekrar bana geri dönsün tek ricam bu. bu da iki...
Yoksa bu aralar ayar oluyorum kendilerine, çok sıkıldım...

Geçiyorum...

Demiş ki Gandhi,

“ Söylediklerinize dikkat edin düşüncelerinize dönüşür. Düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür. Duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür. Davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür. Değerlerinize dikkat edin karakterlerinize dönüşür. Karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür.”

Yok, öyle zaten biliyormuşum da hayatımı bu söz üzerine kurmuşum gibi bir tavır takınmayacağım. Ama okuduğumdan beri aklımdan çıkartamıyorum.
Gelişi güzel düşüncelerimi, sorgulamadan oraya buraya fırlatıp attığım duygularımı, hayatıma mıhladığım alışkanlıklarımı, "ben buyum değişemem!" diyen beni bile hizaya sokuyor bu söz.

Hepimiz bir şey üstüne oturtmuşuz hayatlarımızı. Kimileri aşk, kimileri para, kimileri eğlence, kimileri çocuk, kimileri aile, kimileri ego, kimileri seks, kimileri keyif, kimileri görüntü. Ortaya karışık diyen de var ama mutlaka biri gelip ötekisinin üstüne çıkıyor. Gene de esaret olmadıkça problem yok. Ama ya varsa?...

Sağıma baktım; satılık hayatlar gördüm, satılık bedenler. Kadın, erkek. Üstelik fark ediliyor. Fark edilmemesi mümkün değil. Fark edilmeli zaten, çark dönmeli. Bazılarına eğlence olsalar da, bazılarına tiksinti, bazılarına acıma hissi verseler de kendileri isteyene kadar, onları kimse ama kimse kurtaramayacak.

Soluma baktım; bazılarının ruhları satılık. Dünya malına!
Bugün dünyadan göçseler geride bırakacakları isim kendi isimleri değil, gardroplarındaki koca koca markaları bırakacaklar sevdiklerine.
Sevdikleri başka bir şey varsa tabi... Onları da başka kimse kurtaramayacak ta ki marka adlarını bilmenin, onları ne olursa olsun giymenin, son model spor bir arabada saç savurmanın, sadece piyasa yapmak için bir yere gitmenin onlara ne getireceğini daha doğrusu ne getirmeyeceğini anlayana kadar...

Ha kabul, bütün bu düşündüklerime rağmen, para da, statü de, isim de hatta itiraf edeyim bazen marka da önemlidir. Ama dünyadaki en önemli birinci şey, onlara nasıl sahip olduğundur. İkincisi ise onların mı sana, senin mi onlara sahip olduğu...
Galiba şu sıralar fazla gözüme çarpıyorlar, bazen üzülüyorum o topluluğa, bazen kızıyorum hatta bazen de acıyorum ama bir türlü ısınamıyorum...

İster miydim o derece gamsız olmayı?
Düşünmeden, görmeden, kendimden başka hiçbir şey ile ilgilenmeden, sadece dışarıda ki insanlar tarafından görüntümün nasıl olduğunu dert ederek, milyarlık bir çanta ve ayakkabılar ile çok pahalı ve bilindik mekanlarda oradan oraya salınmayı?
Eh isterdim... En azından sabahın 5'inde onların derdi beni germezdi... =P

Ama farkında olabilmek, yaşanılan en basit anın bile bir daha geri gelmeyeceğini bilerek, tadını çıkararak, nerde yada ne durumda olduğuna bakmadan sadece yaşadığını hissetmek daha güzel değil midir...?
Sevgilimle bi dalaşıp bi oynaşarak yediğim sandviçin tadı hiç bir yerde yok... Alışverişe çıkıp, o bir şeyler denerken "Bu gömlekle rahat edemiyorum şunu alayım bari bugünlük idare etsin beni" diye düşünerek üzerime geçirdiğim bluzun kasada sevgilim tarafından alınmasından sonra o bluzun kıymeti milyarlık elbisede bile yok...

Sanırım hayatını aşk üzerine oturtmuş insan kısmındanım ben, ne yazsam, nerden başlasam dönüp dolaşıp ona bağlanıyor...
Yapılacak birşey yok, Yaşasın Semra kaynana! bende Aşıkım!

Demem o dur ki, değerli olan insan olarak kaliteli olmakta... Fazla rüzgar yapmaya gerek yok...

Şu sıralar çok yazmıyorum farkındayım ama sürekli yazdığım bir yer var. Kafamın içi. Hergün, her saniye yeni bir yazı. Beni bile bıktıracak kadar. Hava karışık, su karışık, ülke karışık, her yer karışık. Hiç eksik kalır mıyım?
Ben hepsinden karışık. Neyse zaman... Zaten uykum da geldi...
Kendine gel dodo!
Kendine gel insanoğlu!
Son sözüm sana,
Bu evrende bir tozsuuuunn...
Tarih seni unutsunnn...

Salı

Botoks! =)

Ve tam 2 ay sonra yeniden döndüm mü demeliyim?
Döndüğüm bir şey yok aslında, hala kilit halde, aklımdan geçen binlerce şeyle mücadele ederek yazmaya çabalıyorum... ve yazamıyorum... Neden mi?
Aşık olmak fena şey, bir de üstüne aşık olarak kalmaya devam etmek daha da fena! Çıldırıcam! Sevgilim olacak zat üzmüyor ki beni döküleyim azıcık.
Yazamıyorum ya!
Ya-za-mı-yo-ruuuuumm!!!!

Yok yok şaka... ehe...
Sözüm yüksek mercilere, şaka yaptım Allah baba, gidişat muhteşem, yazamayabilirim sorun değil, yine de her şey için teşekkür ederim... =)
Bi de şarkı söliim mi?

Eskiden bambaşkaydımmm,herkes tamdı ben yarım,
Boşluklar hep dolar ya,yalnızdı benim yanım...
Bir gün aşka rastladım,sildim yeni başladımmm!
Bir omzum oldu sonundaaaa...
Ha haaaayyyy… Başımı yasladııımm...
Gözüm karaaa! kalmadı yara!!
Oldum renga rengarenk...!!
Bazen her şey sararıp solar,
Biz hep renga rengarenkkkk...!!

Dilimde o naaaĞğĞğmeleEr,
Seviyorum demeler...
Saçlarım hep boynundaaa
Ha haaayyy… Ne güzel kareleeerr... =)

Nereden başlasam acaba?

Zor değil mi normal olmak? Hiç olamadım da ondan soruyorum.
Hanım kız diyemedi kimse bana. Hanımefendi kadın da. Deseler daha mı iyiydi acaba? Şimdi bu soruyu anneme sorsam önce gözlerini devirir sonrada bir sürü şey sıralardı bana neden demedikleri yada diyemedikleri ile ilgili. Ama yanlış anlaşılmasın, hiç bir zaman ne büyüğüme, ne küçüğüme, terbiyesiz yada saygısız olmadım durup dururken... Hanımefendilikten kastım başka...

İnsanlar büyünce yaramazlık yapmamalı mı mesela?
Yoksa benim mi kafam ara sıra muzurluğa çalışıyor?
Önüne yanlışlıkla gelen topa koşup da şöyle güüüm! diye vurmak yerine, topu alarak binbir nasihat ile çocuğa geri atmak mıdır büyümek?
Tutmak mıdır normal olmak kendini, tutamamak mıdır insan olmak?

Kimsenin canını yakmıyorsa söylediğin, alt tarafı çatlak denecekse sonunda niye tutar insan kendini? Ve nasıl tutar her şeyden önemlisi.
Durmuş oturmuş olmak, yaşıyor olmaktan daha mı iyi yani.
Takdir etmiyor değilim yanlış anlaşılmasın. Ama nasıl beceriyorlar?

Kadın, erkek saçı hiç dağılmayan insanlar görüyorum ben.
Mıh gibi rujları bazı kadınların, çıkmıyor, dağılmıyor, bozulmuyor.
Çocuklarının hiç Barbie' lerini giydirmemiş, arabasını dütdütlememiş, hatta yerden oyuncak kaldırmamış gibiler. Ses tonları bile robot gibi, hiç viklemiyor. Karakterleri, yaşamları botokslu sanki. Ömürlerinde hiç küfretmemiş olabilirler mi? Pis demişler midir acaba gerçekten pis olmayan birisine?

Onların ajandaları var, sabah kurdukları saatleri, değişmeyen yaşamları.
Ben saate rağmen her gün geç kalkıp gözlerimi ancak yüzümü yıkayınca açabilirken - ki oraya gidene kadar birkaç morluk edinirken oramda buramda, onların zıpkın gibi yataktan kalkıp yüzlerinde gülümsemeleri ile güne başlamalarına özenmiyor değilim.

Ama; insanın her şeyi onaylanınca yaşadığını anlayabiliyor mu,
ben varım diyebiliyor mu merak ediyorum?
Ev ekonomisi dersi kitaplarından çıkmış olmak ne kadar hayata dair?
Gizli saklı değil, bağıra bağıra bu yanlışsa benim yanlışım demek daha mı yanlış? Kızdığında söylemek, espriyi karşındakine değil de gelişine göre yapmak, sevmediğin kuralları yıkmak, duygularını ne derler demeden söyleyebilmek, bazen pot kırmak ama bunların hepsinin sen olduğunu, kötü niyetli olmadığını bilmek?
Seni sevenlerin de bunları bilerek sevmesini istemek?
Seni sevmek isteyenler için daha dürüstçe bir kendini sunma değil midir bu?
Yada yanlış mıdır bilmek istiyorum?

Her zaman mutluyum bu durumumdan diyemem. Kendim olmaktan, bunu saklamamaktan, kasılmamaktan ve kasmamaktan, nasılsam öyle gözükmekten memnunum fakat kendi çıkarlarımı köşeye atıp herkes için tetikçi olmaktan yoruluyorum bazen.
"Of ya bu da söylenir miydi!" demekten de.
Şemsiye kullanamamaktan da muzdaripim mesela... Babam her yağmurlu havada evin içinde peşimde şemsiye ile koştursa da kullanamıyorum, ıslanmak daha güzel...
Taktik falan bilmiyorum mesela, bu durumdan da pek hoşnut olduğum söylenemez, öğretebilecek biri varsa yardımlarını beklerim, nasıl olsa bu blog'u okuyan pek çok kişi ile konuşuyorum, mutlaka aranızda bir iki birşey bilenleriniz vardır, çünkü bazen kendimi ifade edebilmek çok yorucu oluyor... Bende etmiyorum zaten...
Ne taktiği dersen, akıllı kadın taktikleri mesela...
Akıllı mıyım, evet! Ama taktiksiz akıl ne işe yarar bilmiyorum.
Kontrolsüz güç güç değil midir sahiden? Bilmem, fazla da irdelemem.

Normal olmak taktire şayansa da, anormaller renklendiriyor dünyayı. Veya kendini tutamayan ve en azından kendini özgürce yaşayabilen insanlar.

Yani diyeceğim şudur ki; ey normal insanlar bu normallik değil, botokslu yaşam, bırakın bu işleri, kendiniz olun gerisi sağlık olsun, sağlık da olduktan sonra koyverin gitsin... der! bu konuyu da burada bitiririm... =)

Ne düşünüyordum nereye geldim yine...

Bu yazıya başlarken "Aşktan mı girsem yeniden..."diye düşünüyordum, sonra bir daha düşündüm "ne kaldı ki dileyebileceğim yada özlemini çektiğim" diye...
Belki de bu yüzden yazamaz oldum, ne dilediysem hepsi kabul oldu işte.
Çok seviyorum...Seviliyorum... Bu yüzden daha da bir şey istemiyorum, bu durum böyle devam etsin yeterli...

Bundan sonrası içinse, "nasıl biliyorsa öyle gelsin hayat..." diyor, altı aydır yaptığım gibi akışına bırakıyorum... Dünyanın en muhteşem sevgilisi olan, ona sunduğum sevginin her zerresinin kıymetini bilen bu adam, benim hayatımdan çıkmak istemediği müddetçe, bende çıkacak her sorunla seve seve savaşabilirim...
Ama çıkmasa da olur... =)=)

Ne güzel de demiş Murathan Mungan, "Sevmeye yetmez herkesin kalbi..." diye.
Yetmiyor hakikaten çoğu zaman, bulunca korkup kaçanlar bir yana bir de hoyratça harcayanlar var onlara sunulmuş olan sevgiyi...
Bu sıralar en çok rastladığım insan türü "hayal kırıklığına" uğramış mutsuz bakanlar... Sevginin kıymetini bilene nadir rastlanır oldu biliyoruz...
"Neden?" diye sorup da düşündüğüm zaman binlerce cevap var verilecek fakat yine de hiç bir bahane, hiç bir cevap, bir güveni yok etmeye, hesapsız kitapsız sana uzatılmış olan bir sevgiyi hoyratça harcamaya, seni hayatına almak için sonuna kadar açılmış halde bekleyen bir kalbi zedelemeye değmiyor gibi sanki...
Sevmek büyük işidir, küçükseniz sevmeyin diyesi geliyor insanın...!

Kötü şeydir hayal kırıklığı...
Neyse bir daha ki yazıya buradan devam ederim...
Hoşçakall...

Çarşamba

Ben olsam okumam... =)

Bir dengesizliktir gidiyor benim sandığım ama türlü şekillerde başkalarınca yönetilen hayatımda...! Canımı sıksa da bu durum, beni asıl çileden çıkartan elimden bir şey gelmemesi, aslında gelmemesi de değil, gelememesi... Çünkü eğer elimde olan hakları kullanmaya kalkarsam, uğrunda ölümü bile göze alabilecek kadar çok değer verdiğim, sevdiğim bazı insanları hayatımdan çıkarmak durumunda kalacağım...

Mecbur bırakılmayı, muhtaçmışım gibi gözükmeyi, özgürlüğüm ve karakterimden tavizler vermeyi kendime yediremezken, yokluklarını hissettikçe daha çok üzüleceğimi bilmek herşeyi göze alarak restler çekmemi engelliyor...Çaresizlik kötü şey...
Bilemedim ne yapmalı, hatta buraya ne yazmalı onu bile bilmiyorum...

Dedim ya bir dengesizliktir gidiyor...
Şimdi çorba gibiyim, karışık, limonu biraz fazla kaçmış gibi ekşimsi, acılı falan... Yarın akşama un helvası kıvamına bile gelebilirim, tatlı, yumuşacık... İşte sırf bu yüzden hiç miadı bir kaç saat içerisinde geçebilecek bir yazı yazmamıştım, işte o da bu yazıdır, nedense gurur duydum!

Yine dağılacak bu yazı belli, yazdıkça keyfim yerine gelmeye başladı, hem yazmıyordum da uzun zamandır, başka türlü rahatlayamıyorum demek ki...

Neyse güzel olan şeylerden bahsedelim... Aklıma gelen tek bir şey var o da hala aşığım... Kullandığım cümleler, bir anlık bir bakış nasıl bir anda kaderim oluverdi kestirebilmiş değilim. Böyle özlemek olmaz...
Her bir araya gelişlerin sonunda evlere dağılırken, "hayatımda hiç bugün ki kadar mutlu olmadım ben şükür yaa!" düşüncesi her defasında nasıl yenilenip, yinelenebiliyor... Bunları da hissedebildim, aşk dediğimiz o tuhaf şeyin sadece mutsuzluk ve mide ağrısından ibaret olmadığını da görebildim ya, ölsem de gam yemem...

Sanırım insan gerçekten aşık olduğunda yada yaşadığı hayatın bir anlamı olmaya başladığında, sadece iş, ev, öylesine gezip tozmalar ve olsa da, olmasa da olur insanlarla vakit öldürmeyi bırakıp, hayatını rayına oturtmaya başlayarak, adam gibi bir yaşama sahip olmak istediğinde ancak kendi kendine bir yargılama süreci içine giriyor. Öyle bir dönemdeyim yeniden, hani geçen sene de aynı şeyi hissediyordum, kendimle tanışıyorum yavaş yavaş diye düşünüyor, herhangi bir durumda bunları düşünen ben miyim diye şaşırıyordum, o dönem, kendini işe vermiş ve kafasında kendi hayatı için tonlarca planı olan, tek başına ayakta kalmaya çalışan bir duygu ile tanıştım. Sevdim onu, fena değildi, en azından güçlü olabildiğini gördüm...

Şimdi ise aşık bir duygu ile tanışıyorum,hayatın, tesadüflerin, işaretlerin, sözcüklerin, bakışların, kelimelerin anlamını çözmeye çalışan...
Bir cevap bulamadım hâlâ, bir cevabı var mı, onu da bilmiyorum ama aşık olanı tanımak daha keyifli sanki, eğlendiriyor beni...
Herhangi can sıkan bir durumda kontrollü olmak için çabaladığını, kendine söz geçirebilecek raddeye geldiğini gördükçe, şaşırmıyorum desem yalan... Bir tek o değiştiremediğim adına cesaret dedikleri, ötesinde neler olabileceğini düşünmeden, gözünü karartıp bodoslama gitme huyu kaldı az buçuk törpülemem gereken,
onun dışında fena gitmiyoruz hani...
En azından daha güçlü, daha sakin... Daha mutlu, daha suskun...
Halbuki bendim hep en uçlarda yaşayan, bi haller oldu...

Neyse sevdim sevdim... Tek başına ayakta durabilen o hissiz, kendini kaya parçasına dönüşmüş gibi hisseden, güçlü kızı da sevmiştim ama atacağı her adımda iki kişilik düşünmeye başlamasından, "ben tamam, mutlu olurum ama ya "o"?" diyerek, bencil tarafını törpüleyen, o sivri halden çıkıp, daha uyumlu hale gelen bu aşık olmuş kadını daha çok sevdim...
Gerçi bu değişimler bitecek gibi değil, iki buçuk senedir, her sene farklı bir taraf keşfediyorum ama dilerim her değişim ve farkına varış, daha da yemede yanında yat kıvamına getirir de insan olmanın haklı gururunu yaşarım.. =P

Geçenlerde bir kitap geçti elime, öylesine sayfalarını çevirirken orada yazan bir söz takıldı aklıma, "Bazen kullandığımız cümleler kaderimizi oluşturur..." diyordu. Doğruluk payı oldukça fazla...
Yılbaşı gecesi ‘2009 berbattı ama 2010 benim olacak’ demiştim. Tabi bunu 2010'a girmemize 10 gün kala da söylüyordum. Tüm gece boyunca da bunu düşündüm, hatta 10'dan geriye sayarken "Allah'ım ne olursun bi borçlarımı kapatayım bir de aşık olayım!" diye dua ettiğimi bile hatırlıyorum.
Ve 2010'un yarısına gelmemize rağmen, ufak tefek çalkalanmalar dışında son 2 senedir hiç olmadığım kadar mutluyum...huzurluyum...borcum kapanmak üzere ve aşık oldum!...=)
Gerçek insanlar var etrafımda... O yürekten dileyerek söylediğim cümle gerçek oldu. Peki şimdi ne düşünmem gerekiyor?
Nasıl bir hayat yaşıyoruz?
Nasıl bir güç bizi ayakta tutuyor?
Huzur ve mutluluktan gelen bu sakinlik bana göre değil mi acaba?
Yazamıyor muyum? =(
Deliriyor muyum?
Neyse iyiyim iyi... valla...

Çok dağıldım özür... Aklımda 6-7 ayrı konu varken tek bir tanesine odaklanamamak ne fena, daha devam etsem nelerden girer, nelerden çıkarım ohoo...
Bi bakalım...

“Şimdi bir semt adı Vefa” demiş Sezen Aksu “Yol arkadaşım” şarkısında. Ne güzeldir o şarkı... Ama hiç güzel değil benim gördüğüm vefasızlıklar. Romantik kelimeleri hak etmiyorlar. Benim tanıdığım vefasızlar için semt bile değil vefa. Boza !
Üstüne biraz leblebi, biraz tarçın... Mayalanmış bir keyif. Oh...Bitti gitti.
Afiyet olsun...
Yazık...
Ama alıştım...

Neyse..

CHP mahalle kavgası eden koca karılar gibi sürekli, başbakamayınımız sevgili "recep"e laf yetiştirmeyi ve türlü komiklikleri bırakıp biraz icraate geçebilir mi acaba?
Baykal kendinden en çok bu yüzden bıktırdı! Hep bi çene, hep çene... İş yapmaya gelince? Yapma Kılıçdaroğlu halbuki gelmene ne kadar sevinmiştim.

Peki onu da geçtim,
Beyoğlu’ nda çılgın aşık vahşeti...
Aşık genç sevdiği kızın evini bastı, 2 ölü bir yaralı...
Karşılıksız aşk cinayeti...
Aşık olduğu kadını bıçakladı...
Aşkına karşılık alamayınca ölüm saçtı...
Kampüste aşk cinayeti...

Bu ne ya!!

Vahşetin adı oldu aşk. Cinayetler, kanlı bedenler, canilikler aşk diye anılır oldu. Vahşice katledilmiş insanları, ömrünün baharındaki genç kızları aşkın öldürdüğüne inandırmaya çalışıyor bize birileri. Bize birileri aşık olmayın sakın! diyor. Kimseye de yüz vermeyin ki aşık olmasın size. Aman ha göz göze falan gelmeyin, aşık etmeyin kendinize kimseyi. Ölebilirsiniz....

Pekiii... Neyse...
Ama ya bu?

Canlar gitti toprak altında. Ocaklar söndü. Çocuklar babasız, analar evlatsız, kaldı. Dokuz yüz lira için gömüldüler yer altına. Kömür bulaştı bütün bir milletin kalbine.

Alışmışız ama. Kadermiş bu. Öyle dediler...

Bazıları da toprağın üstünde ölüyor bu ülkede. Gün geçmiyor ki ay yıldızlı bayrağımıza sarılı bir tabut geçmesin önümüzden.

Olurmuş ama böyle şeyler. Yan gelip yatmak yeri değilmiş askerlik. Öyle dediler.

Peki tamam susuyorum... Zıpladım ordan oraya, biraz ondan, az buçuk bundan...
ben olsam okumazdım... =P

Salı

Nanik?

Bir dengesizlik...
Bir arabesk vari girişimler...
Bir mutluluk...
Ve bir de tuhaf bir mutsuzluk...
Hayırlara çıksa bari bu gece...

Sen hiç kendine susmak istedin mi?
Hiç, biri gelsin ve düşünmene, kendini dinlemene izin vermeden konuşsun istedin mi? Seni oyalasın ama söyledikleri bir kulağından girip bir kulağından çıksın gitsin istedin mi?
Hiç de umursanmayacak dertleri dinlemek istedin mi kendini duymamak için?
Hiç kendi sessizliğini özledin mi?

Ben bu sıralar bir tek bunu istiyorum,
Laf arasından anlamlar çıkartmaktan yoruldum, sıkıldım.
Söylenilenin aslında ne demek olduğunu anlamaktan ve incinmekten usandım.

Umursamaz olmayı, unutabilen olmayı, pervasız olmayı istiyorum.
Ya da cahil bir toyluk zamanında olmayı.

Kim ne yapıyor diye sorsan verecek cevabım yok, o ufacık sözleri nasıl büyütüyorum, nasıl anlamlar yüklüyorum üzerlerine...
Dile getirip anlatmaya bile halim yok. Beynim sussun istiyorum sadece.

Çocuk gibi niyesini düşünmeden, kendimi yerlere ata ata ayak diretebilmek istiyorum hayata?
Siparişle iş yaptırılmayacağını, ancak karşındakinin içinden gelirse istediklerimin mutlu edebildiğini öğreneli çok oldu. Halbuki ben “İstiyorum işte, bana ne!" diye dövebilmek istiyorum duvarları.
Çıkardığım gümbürtüye etraftan tuhaf tuhaf bakanlara dil çıkarmam lazım.
Sabırları zorlayıp evet dedirttikten ve istediğimi aldıktan sonra kalan iki hıçkırığı da oracıkta bırakıp, başka konuya geçmek istiyorum, sanki ortalığı dağıtan ben değilmişim gibi...
Bu kadar basit olsun istiyorum beklediğim sevgiyi hissedebilmek...
Aslında hissediyordum ama son bir haftadır bir şey oldu...
Ne oldu bilmiyorum...
Nedir yeniden dışarıdan bakıldığında herşey yolunda gözükürken, ne kadar mutluyum diye düşünürken içimi sıkan... Ne bulamıyorum...
Sevgi istiyorum, sevdiğim adamın koltuğunun altına girip sımsıkı sarsın beni, hiç gitmeyeceğini bileyim istiyorum falan falan...
Hormonal dengesizliklerim had safhada, nasıl bir ne istediğini, ne yapılması gerektiğini bilememektir, nasıl bir mutluluk, mutsuzluk karışımı acaip birşeydir bu fenalıklar basıyor üzerime, iki duvar arasında sıkışmış gibi...

Neyse ellerim cebimde, dudağımda bir ıslık, tek karar vermek zorunda olduğum yerdeki hangi taşa tekme savuracağım olsa keşke...

Sen hiç umurunda olmasın duydukların, gördüklerin istedin mi?

Sabırları taşırmak istedin mi hiç?

Nanik yapmak istedin mi hayata en ciddi yerinde?

Ben istedim... İstiyorum...

Çok istiyorum... Hele şu sıralar...

Pazar

Brüsssst...!

Az kaldı kurtaracağım dünyayı!
Nedense takıldım insanlığa bugünlerde. Maymundan mı geliyoruz mesela?
İnanıyorsak, inkar mı ediyoruz aslında, kafir miyiz?
Ya da inanmıyorsak cennete gitmeyecek miyiz sırf bu nedenden dolayı?
Fosilimiz nerde peki? Bulmuşlar! Hangi ara?...

Fazla girmem bu konuya. Öyle bir bakıp çıkacağım.
İnanç sorgulayacak insan olmadım ben hiç çünkü. Hele hele evrim teorisine inanıp inanmamayla cennet ve cehennem arasında bağ kuracak biri hiç değilim. Maymundan gelmenin pek hoş bir düşünce olmadığı kanaatindeyim ama bilime ve düşünce özgürlüğüne saygım var, kanıt gösterilirse inanırım belki de.

Aslında şu sıralar nereden geldiğimiz değil nereye gittiğimiz benim takıntım.
Bebek değil insan doğuyoruz biz. Saf, katıksız insan. Doğal ihtiyaçlarımız karşılanınca, fazlasına gerek duymadan yaşıyoruz. Yavaş yavaş öğreniyoruz ayağa kalkmayı.
Ayağa kalktıktan sonra ne oluyor?
Düşürüyorlar yada düşüyorsun, sonra bir daha kalkıyorsun...
E hadi bi daha güm!... Eh bi daha hop...derken...
Büyüdük demeye başlıyoruz ya hani, yaşlandık diyoruz bazen. Yalan hepsi.
Boşa böbürlenme büyümenle, önemli olan kısım insan olarak kalabilmek yüklendiklerimizle. Hayata gözlerini kapatırken, gözlerini açtığı an kadar insan kalmak başarı...
Araları dolduran o yaşadıklarımız, tecrübe dediklerimiz...
Nasıl da değişiyor insan... Tamamlanamıyor bir türlü...
Her sene farklı bir sen oluyorsun aynada, yaşadıkların, acıların, kazıklar, kavgalar, bitişler, başlangıçlar, düşmeler ve yeniden kalkmalar...
Büyüdük diyoruz ya yaşanan sıkıntıların bizi olgunlaştırdığını düşünerek...
Yok büyümüyoruz, kirleniyoruz sadece...
Doğumdan ölüme bütün hayatımız bebeklik aslında.
Hayat yolunda ne kadar evrimleşmediğimiz, değişmediğimiz de insanlığımız...

Yeniden haber izleyemez oldum, gazete okumak istemiyor canım,
görüntüye bakınca insan diye nitelendirdiklerimizin aslında "hayvan" bile olamadığını gördükçe..

24 saat içinde 6 şehit...!!!!

Siirt'te 13-14 yaşlarında 8 çocuk, 2 yaşında ki bir oğlan ve 3 yaşında ki kız çocuğuna sırayla tecavüz etti!!

İlkokul öğrencisi kız'a okul müdürünün de içinde bulunduğu 25 kişi tecavüz etti!!

İznik'te 17 yaşındaki zihinsel engelli kıza tecavüz eden 4 kişi tutuklandı.!!


E ama allah belanızı versin! Bu ne! Ne bu!!
Ne oluyor...!!
Anladık evrim geçirerek bugünlere geldik, yani Darwin öyle diyor da, yavaş yavaş başka bir şeye doğru gidiyoruz, bu değil benim insanlık halinden anladığım!

Hadi geçmişe yapacak bir şey yok.
Tamam evrimleştik zaten büyürken, ona da yapacak bir şey yok, geçmiş olsun.
Ama artık sorumluluğumuz daha fazla evrime uğratmamak insanlığı.
Artık olması gereken, kavgalarla, savaşlarla, cinayetlerle, hırslarla, parayla,
kendi yarattığına esir olmadan, daha fazla evrimleşmemiş bir insanlık bırakmak sonraki nesillere...

Yoksa bu gidişle artık korkmayı bırakıp o tuhaf çizgi filmlerdeki, vahşi, kötü yaratıklara döneceğiz...

Döndük mü yoksa?

Başımızda ki iktidara, işleyişine, yapılmak istenene, günden güne olan olaylara, o 2-3 yaşlarında ki çocuklara tecavüz eden ve ne yaptığının gayet farkında olan, 13-14 yaşlarında ki o çocuk müsveddelerini serbest bırakabilen adalet anlayışımıza ve insanın insana yaptıklarına bakınca dönmedik desem yalan...

Neyse...

Yaratık haline gelip bir göktaşı düşemeden kafamıza, birbirimizi yiyerek tükeneceğiz sanırım... En güzeli göktaşı son hızla gelip insin tepemize, bunları görüp duymaktan daha iyidir...

Fakat düşünüyorum da, baştan başlarsa hayat bir gün yeniden öyle ya da böyle, fosillerimizle çok eğlenecek yeni canlılar.
Umarım bizim yapamadığımızı yapıp, ders de alabilirler...

Umarım kafa taslarının içinde bir beyin olduğunu ve o beyini kullanarak mucizeler yaratabilecek canlılar olduklarını farkedip güzel bir dünya yaratırlar kendilerine...

Savaşın olmadığı, psikopatça zevkler için birbirlerini öldürmedikleri, cinsel istismar ve benzeri travmalarla hayat karartmadıkları, din, mezhep v.b ayrımların ve ırkçlığın olmadığı, korkunun yer almadığı, herkesin birbirine "insan" olarak baktığı, yaşanılası bir dünya yaratırlar...Umarım...

Telli telli telli şu telli turnaaa,
Sanma ki yaralı uçmaz bir dahaaaa,
Takılmış kanadı göçmen buluta,
Anlatır eski beni şimdiki bana...
Sakın çıkma patika yollara
O dağlara, kırlara, o karlı ovaya,
Yenik düşüyor herşey zamana,
Biz büyüdük ve kirlendi dünya...
Ne kalır yarına bizden sonraya,
Herşey binip gitmiş uçurtmalaraa...

Pazartesi

Yek...

Ne zarmış arkadaş...!
Şimdi yazacaklarım sebebiyle bazı kimselerce taşlanabilirim ama problem değil.
Bekaretten söz ediyorum, bakirelikten, erkeklerimizce "kızlık zarı" olarak adlandırılan, namus kavramı haline getirilen o enteresan olgudan.

Nerden mi esti?
Yaklaşık bir saat önce anlatılan bir olaydan.
Bir seneye yakındır beraber olan bir çift evlenmeye karar verdiklerinde kız durumunu açıklar. Erkek gider...
Kadın da anlayamadığım şu, açıklanacak ne var?
Sen sevgilinin ceremesini tutup, hesabını aldın mı?
Bekaret yada namus kavramı her iki cins içinde geçerli değil midir?
Kadına şaşırdım, söylenmesi gereken bir durum yokken ortada, neden durup dururken kendi kendini suçluymuş gibi göstererek sevgilisinden af yada anlayış bekledi.
Bir türlü cevap bulamıyorum garip...
Halbuki tanıdığım en güzel çiftlerden biriydiler.
Erkeği hele ki hiç anlamadım.
Senden önce biriyle olduysa oldu. Seninleyken olmadı, seni aldatmadı ya?
Seninle olmaya başladıktan sonrasına baksana!
Hani çok seviyordun?
...
Yazık...

Bakireliği toplum olarak bir değer yargısı, bir namus göstergesi olarak görüyoruz hala, malesef... Fakat gerçekte ne olduğunu biliyor muyuz acaba?

Yanlış anlaşılmak istemem, cinsellik ve yaşanılan özeldir, mümkünse en azından "anne" vasfına sahip olabilme özelliği taşıyan "kadın" kısmı için öyle önüne gelenle yaşanabilecek, kaşını beğendim, yok gözünü beğendim, orası hoşuma gitti, burası hoşuma gitti diyerek yaşanabilecek bir olay değil.
Hatta her "seviyorum" zannedilen ile yada sırf keyif için öylesine yaşayarak, bu durumu bu kadar basitleştirenlere ve alışkanlık haline getirenlere hala tepkim var.
Sadece, gerçekten aşık olduğun aynı zamanda da karşılıklı olarak seni seven bir insanla yaşandığında "kutsal" olarak adlandırabileceğim bir olay bu benim için.
Ama takıldığım o "zar"ın neden namus meselesi haline dönüştüğü?

Kızlık zarı nedir?
Regli olana kadar vajinayı korumakla görevlidir. Regli olmaya başlamakla beraber vücuttaki hijyen ve koruma görevini tamamladığından bir anlamı kalmaz. Yani tamamen vücuttaki herhangi bir organdan farksızdır.

Bir kaburgam eksik olsa beni sevmekten vazgeçer miydin acaba?
Ben geçmezdim...
Keşke erkeklere yapılan sünnet işlemi, kadınlarımız için de regli zamanının hemen sonrasında şu zar işlemi için yapılsa da bu gerizekalı düşünce ve inanış sistemi artık ortadan kalksa ne güzel olurdu.

Peki bizim bu "modern" türk erkeklerimiz bunu neden bir namus göstergesi olarak göstermişlerdir?
Çünkü kendileri birlikte oldukları kadınları birbirleriyle kıyaslayıp durum değerlendirmeleri yaparken, kendileri tek olmak ve kıyaslanmak istememektedirler... Sadece kompleksten ibaret olduğuna eminim artık... Yazık ediliyor...

Kimsenin geçmişi kimseyi ilgilendirmez, öncesine değil, size ve sonrasına bakın mümkünse... Çünkü namusun da, ahlakın da o girdiğiniz delikle uzaktan yakından alakası yok...!

Malesef öyle bir yerde yaşıyoruz ki, bunun için kadınlarımız öldürülüyor, intiharlar ediliyor, mutsuz, zoraki evlilikler yapılıyor... Yaşanan onca şeyden ders almamış gibi, hala bakire olmayana 'kötü kadın' damgası vuran, eline geçirdiği her kadın ile yatan erkeğe 'çapkın' madalyasını takan, ahlaki yozlaşmanın en güzel örneklerinin yaşandığı, toplumumuzun konuşa konuşa bitiremediği konu müsveddesidir şu yazmaya çalıştığım... Aşk yerine, sadakat yerine, sevgi yerine yeğlenen bir şeyden bahsediyorum... Üzücü...

Kadınlar diyor ki erkekler bizi cinsel obje olarak görüyor. Gösterme o zaman...
Sen akşam sevgiline, "hayır evlenmeden olmaz, ben bekaretimi ileride kocam olacak erkeğe saklıyorum" diyorsan, burada kocaman bir çelişki var.
Hani cinsel obje olarak görülmek istemiyordun?
Sen "kendini" bir erkeğe "saklayarak" kendini bizzat obje haline getirmiyor musun?
Kendini bir "mal" olarak tanımlayan yine kendin olmuyor musun bu durumda?

Ha, dersen ki, "e toplum düzeni böyle, kurallar var, ben kendimi saklamazsam ilerde kocam olacak o mükemmel erkek beni istemez, evde kalırım" falan, o zaman "ay ben kadının cinsel bi obje olarak görülmesine karşıyım" demeyeceksin.
Ataerkil düzene karşı olduğunu iddia edip, ondan sonra da ataerkil düzenin en belirgin kuralını bizzat onaylamayacaksın. Sen "kendini" "sakladığın" sürece, bir "mal" olarak görülmeye devam edeceksin ve bu daha on, yüz yıllarca böyle gidecek. Üzgünüm.

Ha saklama da demiyorum tabi, önüne gelenle olma ama aşık olduğunda da yaşamaktan çekinme diyorum. İnsanların inanışlarına ve bakış açılarına karşı bir yargım yok, isteyen istediği gibi düşünüp, düşünce ve bakış açısı nasılsa öyle yaşamakta özgürdür... Fakat millet sırf kızlığım gitmesin diye, öyle böyle birbirine yapmadığını bırakmıyorken sırf iki santimlik bir bölgeye dokunmadılar diye o kıza namuslu demem, diyemem ben! Zamanında birini sevmiş ve ona dokunmuş diye namussuz da diyemem! Bu durumda ne halt yiyorsan dürüstçe ye! Adam gibi ye bari de yaşadığının bir anlamı olsun!

Hele bir de bakire olmayan kadına "mal" gözüyle bakan, "kız"ı ve "kadın"ı yürüyüşünden ayırt ederim, bilirim, anlarım ben diyenler var ki evlere şenlik...
Dumur olmuş şekilde dinliyorum... Az daha anlatsalar vallahi bravo diyerek ayakta alkışlayacağım o derece bir övünme, kasım kasım kasılma...
Altında yatan ise korkunç bir ego tatminsizliği, özgüven eksikliği... Böylelerine de üzülmekten başka bir şey yapamıyor insan, zavallılarım...

Artık bir şeyler değişse ya şu kafalarımızda, her insanın bir geçmişi olduğunu, hatalar yapabileceğini ve dersler alarak hayatına devam ederken geçmiş hataları yüzünden taşlanmaması gerektiğini anlasak. Kadın, erkek demeden namus ve ahlakın yetişme ile insanın kendi karakteri ile ilgili olduğunu kavrayabilsek...
Karşımızdakine sadece "insan" olarak bakabilsek keşke...

Celallendim yine gece gece hayırlar olsun..hadi bakalım...

Cumartesi

Teşekkür...

Muhteşem bir Nisan sabahı... Saat 10...
Hayatımın en güzel gecelerinden birinin sabahı olmuş, kahkaham fenerbahçe sahiline vuran dalgaların sesine karışıyor sanki...
İçimdekileri tutmak, arada dolan gözlerime hakim olabilmek için zor tutuyorum kendimi. Melankolik değilim, bu sefer mutluyum...
1 saat bile uyumamış iken ve başımın sağ tarafına saplanan korkunç bir ağrı ile savaşırken bile böylesine iyi hissedebilir mi bi insan?
Bir gram halim yok ama trambolinde zıplayasım var...
Öyle çok seviyorum ki kendi içime sığamaz oldum...

Nasıl anlatsam???
Şöyle...

Yakan bir güneş, onu dengeleyen hafif bir rüzgar, muhteşem bir hava vardı bu sabah Fenerbahçe de. Baraka'da oturmuş muhteşem havanın ve önümdeki manzaranın keyfini çıkartırken,bir yandan sevgilimin kahvaltı hazırlayışını izlemek paha biçilemez...
O kadar çok istedim, öyle çok bekledim ki onu, o masaya dilimlenmiş domates,salatalık,zeytin ve peynirle donatılmış kahvaltı tabaklarını getirirken
hissettiğim şey aşktan da öte, bu hale gelebilmemiz ise azmin zaferiydi
desem pek yerinde olur gibi sanki...

Yine de bugün denize ve güzelim İstanbul'uma bakarken düşündüğüm,
"Ben böylesine bir mutluluğu haketmek için ne yaptım?" idi...
Çok fazla kızdım hayata, çok üzüldüm de kotamı mı doldurdum acaba?
Cefa çekmeden sefa süremezsin dedikleri bu mu?
Ödülüm bu mu yani?
Teşekkür ederim Allah baba...
Tüm yaşattıklarına, bütün çektirdiğin sıkıntılara, üzüntülere değermiş...
Başka türlü kıymet bilemezdim... Başka türlü her sesini duyuşumda, her elini tutuşumda ve her sevildiğimi gördüğüm, hissettiğim bir davranış ile karşılaştığımda içimden binlerce kez şükretmezdim sana... Teşekkür ederim...

Şimdi kedi gibi mırlayasım, keyfimi bozana hırlayasım var.
Elini kalbimin üzerine koydu biri, anladı beni, bende anladım onu herhalde ki ara sıra didişmek dışında daha kendimize ait bir sorun yaşanmadı aramızda... Yaşanmasında...
Karşılıklı yaşanınca sevgi, insan karşılıklı olarak birbirini incitmemek için çaba sarfediyor. Tartışma yaratacak konularda bile farkediyorum susuluyor bir iki saniye, kelimeler dikkatli seçiliyor ki hem anlaşıla bilelim hemde üzülmeyelim sonra diye...
İşte sırf şu gösterilen özen sebebiyle, bir ömür yanında kalabileceğim biri var hayatımda. Yaşadığım en muhteşem olayın kollarında uyuyup,
uyandığım an onu görmem olduğunu dile döküp de anlatamadığım biri...
Bi insanı böylesine sevebilmek ne demek... Anlatamıyorum neyse...

Saat şimdi 04:47, gecenin sessizliğini seviyorum ben. Kendimle kalmayı da.
Ev uyusun diye bekliyorum bazen. "Biraz erken yat" dırdırına bile razıyım şu saatler için. Ne az yaşama alanım kalmış bilmeden. Sıkıştırılmış keyifler sürüyorum.
Yarın sabah uyanamayacağım yine, uyanacağım tabi de ona daha çok sürünmek denilebilir. Olsun, sürüne sürüne yaparım ben her işimi.

Bugün kendin için ne yaptın derler ya. Uyumadım!
Diğer yaptığım herşeyin bir nasipleneni oldu. Ama bu sadece benim.

Yazmam lazım bunları, dile getiremiyorum ama gizli kalsın da istemiyorum,
bana kalacak aşk'ın ne anlamı var, dibine kadar yaşamam lazım, bağırmam lazım.

Herkes bilsin, en çok sevdiğim bilsin...

Herkes aşıktı bu sabah fenerde, biri sevgilisinin kucağına oturdu manzarayı seyrederken gülerek sohbet etti.
Diğer masada başka biri tabağındaki omletin en güzel yerini sevgilisine yedirdi, karşılığında güzel bir öpücük aldı.
Diğer bir çift fotoğraf makinasını otomatik çekime ayarlayarak "aşığım ben!" diye bağıran fotoğraflar çekildi.

Ben mi?

Sevdiğim adam yanımda sucuğun yağına ekmeğini bandırırken bir onu izledim,
bi denizin ortasında birbirleriyle dalaşan martılara daldım gittim.
Bir yandan bunları düşündüm, diğer taraftan sırıttım da sırıttım...
Ne gülüyorsun? diye sordu.
Bu kadar mutluluğu hakedecek ne yaptım? diye sordum.
Güldü. "Hadi kahvaltını et mutlu insan" dedi.
Her ne kadar kendilerini bir lokmada yutasım geldiyse de bende sucuğa dadandım.
Dünyalara değişmem seni çilek bilesin,
teşekkür ederim hissettirdiğin tüm güzellikler için...her şey için...

İyi ki cümlelerim var, ne yapardım başka türlü bilmiyorum...
İşte bu yüzden herkese doğru cümlelerde, kalbi sıcacık el izleriyle dolu bir hayat diliyorum... Sevebilmenin mucize olduğunu unutmayarak....

Ve yine diliyorum ki, umarım birileri için bir cümle olursunuz hayatta,
hatta söyleyenin bile önemsemediği cümlelerde, birileri için derin anlamlarınız olur...

Görüşmek üzere...


Sebebini bilmediğim kırık dökük zamanlarım var,
Sevmenin tadına varamadığım zamanlar,
Ayak sesleri var kulağımda,
Ayırt ettiğim, beklediğim bir tek senin ki...

Perşembe

Sen Ne Okuyorsun? =)

Yine bir arabesklik yapıştı ki üzerime, her zaman ki gibi keyfini çıkarmaya çalışıyorum... Yatakta oturdum, sarkıttım ayaklarımı aşağı, media player'da
"Dertler benim olsun..." çalıyor... Çok yaşasın Orhan baba!
Ne kadar avrupa özentisi "modernim ben"! ayaklarında takılıp da, arabesk dinleyenlere "hıy kro!" diyen adam varsa, hepsinin en az 3 Orhan Gencebay şarkısını ezbere bildiğine adım gibi eminim, bu şarkılar bilinmez mi? Dinlenmez mi... Çok ayıp...

Bir zamanlar benim sevgilimdinnnn,
Yanımdayken bile hasretimdin...
Şimdi başka bir aşk buldun,
Mutluluk seninnn olsuuun...
Dırı dırı dım...


Sözlere bak...

Neyse, canım hormonlarım kendine geldi şükür...
Yarın bankaya olan borcumun bir kısmını daha ödeyip bir miktar
nefes alacağım buna da şükür...
Stüdyo işimin son bulmasına en fazla 1-2 ay kaldı,
Etiketlerin ve kayıtların tamamlandığı haberini aldım bugün oh şükür..
Son artık şu albüm de çıksın, haber ve reklamlarımı yapayım pırr...
(En çok buna sevindim sanırım, yeni bir iş istiyorum!!)
Eh evde bir problem yok, babam nargilesini almış,
akşamları balkonda sarmaş dolaş oturuyor falan... iyi yani...
Tabii ki bir de 4 aydır anlattığım, dillere destan,
bi bi bitaaanecik! çilekli milkshake'imi unutmamalıyım değil mi?
Ara sıra bitip tükenmek bilmeyen uykusuyla beni çıldırtıyor olsa da,
şükür şükür şükür ki fena halde bi lokmada yutasım var kendilerini... =)
Anlayacağın keyfim yerinde, geçen gece ki hal neydi öyle...
Ara sıra bende evlerden ırak duruma geliyorum...
Geçti allahtan...

Asıl konuma geleyim, bugünlerde öyle zor bir soru var ki hayatımda, tek derdim bu oldu herhalde, aslında tamamen benimle ilgili olmasına rağmen cevabım yok.
Bülbüldüm dut yedirdiler!
Soru şu “Sen ne yazarsın?”...

Bu soruyu sorana vaktimi harcamayıp, kısa ve net cevaplar vermek istiyorum aslında. Hatta tek kelime. Ama o kelimeyi bulamıyorum bir türlü.
Bazen buluyorum bir kelime ama söylenmiyor öyle rahat rahat...

Herşeyi yazarım yeterli açıklama olmuyor. “Ama ne?” Bu ısrar beni bitiriyor işte!

“Yok” cevabına “nasıl yok” denmesi gibi geliyor bu soru bana.

-Bak Şöyle mesela; hani kafanın içinde olması gereken gibi "yok"! diyesim geliyor.

Kafam neye bozulursa yazarım ben, keyfimi ne yerine getirirse de yazarım, canımı kim sıkarsa yazarım, kim mutlu ederse onu da yazarım...

Bu aşk olur, ülkede olup bitenlerle alakalı olur, kadın-erkek ilişkileri ile ilgili olur, herhangi bir anıdan esinlenip, onu bambaşka bir şeye bağlayıp hayal gücümü işin içine kattığım kısa hikayeler olur... vs...
Herşeyi yazarım işte, özellikle üzerinde yoğunlaştığım bir konu yok...

Ama bu aralar ne zaman yazı yazmak için şu boş belgeyi açsam, ilk yazmak istediğim konu aşk oluyor... Ne yapayım? Dünya üzerinde daha güzel bir his var mı?

Hele ki aşk'ın ilk halleri...
Ne zaman düşünsem muzur muzur bi sırıtma yayılıyor suratıma,
Geçen gün apartmanın kapısında taksi bekliyordum. Yan apartmanın önünde beyaz bir araba durdu. İçinde hoş sayılabilecek, esmer bir delikanlı var.
Cep telefonunu çıkardı. Bir numara çevirdi. Konuşmadan kapattı. Birkaç dakika sonra, apartmanın kapısı açıldı. Dışarıya uzun boylu, genç, kumral bir kız çıktı.
Parfümünün kokusu bana ulaştı. Makyajı biraz abartılıydı. İkinci veya üçüncü buluşmaları olduğunu düşündüm.

Delikanlı kafasını çevirip, bahçeden ona doğru yürüyen kıza baktı ve gülümsedi.
Kız, delikanlıya bakıp elini kaldırdı, merhaba der gibi ve o da gülümsedi.
Delikanlı dönüp radyonun kanalını değiştirdi. Kız, delikanlının görüş alanından çıkıp, arabanın arkasından dolaşıp, sağ kapıya doğru dönüyordu. Tam o sırada yüzünde garip bir gülümseme belirdi, hani heyecan ve yatışmaya çalışmak arasındayken bir türlü tutulamayıp beliriveren o gülümseme işte... =)
Kız kapıya yaklaştı, zor bela, burnunu kaşır gibi yaparak yüzündeki o garip gülümsemeyi sildi. Kapıyı açtı ve arabaya bindi. O an göz göze geldik. Kendini yakalanmış hissettiğini biliyorum, bende evden aynı sırıtmayla çıkıp, apt kapısının önünde kafamı yukarı kaldırdığım an o sırıtış ile babama pencerede yakalanıyorum da... Her defasında niye yukarı bakıyorsam... Utanç verici oluyor..=)
Neyse gülümsedim kıza, o da bana, sonra gözden kayboldular zaten...

O kızın kaç saat önceden hazırlanmaya başladığını tahmin ediyoruzdur.
Eminim yatağının üzerinde askısıyla fırlatılmış kıyafetler vardır. Makyaj masası dağılmış, takıları kutularından çıkmıştır. Ve hiç biri toplanmamıştır... =) Herkese çok yakın ve tanıdık gelen bu resim, aslında aşkın tablosu gibi.

Aşk, henüz gelmeden bile insanı bu hale sokuyor. Aşık olma ihtimali, insanı mutlu kılıyor. Ellerimin titremesinden pastaya mum dikemediğim günleri hatırlıyorum, artı olarak o günlerden ve yaşattığı heyecandan hala kurtulabilmiş değilim, ne zaman geliyorum dese hala mideme sancılar giriyor... Tüm sinir sistemim bana savaş açmış şekilde hareket ediyorlar... Yol boyunca bunları düşündüm. Sonra farkettim ki bende gülümsüyorum, sırf kendime, kendi aşkıma değil, dışarıda seven, sevmeyi bilen birilerinin olduğunu bilmek bile mutlu ediyor insanı.
Ve biliyorum ki ne kadar çok insan aşkla tanışırsa,
bu dünya o kadar güzel bir yer olacak...

Benim yazılarım da böyle işte, oradan oraya atlarım, bir satır önce gülümserken,
bir satır sonra kaşlarını çatabilirsin. Ortaya karışık yazıyorum...
Ruhum öyle çünkü...

Hüzünlendirmeden gülümsetmem, gülümsetmeden hüzünlendirmem.
Yapanı alkışlıyorum ama ben istesem de yapamam.

Başıma tuhaf şeyler gelir.
Nasıl oluyorsa komik olur o tuhaflık içine girip de farklı bir pencereden bakınca.
Etrafı izlerken bir çifte takılırım, bir kişiye, bir çocuğa, hayvana bile olabilir, izlerim onu o gözden kaybolana kadar. Yada herhangi günlük, öylesine bir konuşma yaparken bir söz çeker dikkatimi, hafızama kazınır, çeker alırım o sözü oradan ve o sözden yola çıkarım. Haber izlerim ondan...
Anlayacağın, hayat karar veriyor benim ne yazacağıma,
benim bir seçeneğim olmuyor çoğu zaman...

Ne mi yazıyorum? Kendimi galiba.
Biraz gerçeğimi, biraz hayallerimi, biraz kızgınlıklarımı, biraz hüznümü, biraz mutluluklarımı, biraz aşk, biraz nefret, biraz kafama taktığım güncel olaylar, ucundan politik, öbür ucundan felsefik, ortada umut...

Biraz gülümseten, biraz hüzünlendiren...

Hayat gibi. Herkes gibi...

Bir teeeeeselli ver,
Bir teeeeeselli ver,
Yarattığın mecnunaaaa,
Bir teselli ver...
Sevenin halinden, sevenler anlar,
Gel gör şu halimi,
Bir teselli ver...

Heyt be... =)
Öhöhöhöm...

“Ne yazıyorsun?”... Bilmem, ne yazıyorum?

Ortaya karışık işte...

Sen ne okuyorsun?...

Pazartesi

Birazdan Geçicek...

Şimdi derin bir sessizlik lazım bana... Hormonal değişimlerden nefret ediyorum.!!
Son bir saattir ne düşündüğümü bile bilmeden ağlıyorum, vallahi sebep yok, mutluluğuma ağlıyorum diyeyim... Niye bu kadar mutluyum? Çok korkuyorum...

Aşk mazoşistiyim herhalde ben.. Hoşuma gidiyor gün yarısı, bulut altında oturup acı çekmek.. Yüzüme asıp maskemi, melankolik sevgiler tüketmek...

Rahat, huzur yok bana, illa bir şey çıkartıcam.
Aslında ara sıra lazım kabul, başka türlü yazamıyorum ama bu kadar fena bastırmak zorunda mı?
Halbuki sevgilim daha geçen gün, mutluyuz, huzurluyuz, aksiyon arama hayatım demişti... Doğru aranıyorum ben.
İnsan "Allahım çok seviyorum yardım et!" diye ağlar mı ya!
Hadi tamam ağlar da, kavuşamazsa falan ağlar değil mi?
Kaybetmekten niye bu kadar korkar oldum ben?
Ne kadar çelişiyorum bazen düşünüp söylediklerimle, içimdekiler arasında...
Sevilmekten de korkuyorum, hatta aslında sevilmekten korkuyorum...
Sevildiğimi gördüğüm an yıkılıyor bütün duvarlarım, zırhımı giyinmiş, herşeye hazırlıklı olarak devam ederken şimdi o da beni seviyor düşüncesi ile ne var ne yoksa kenara koyuyorum, madem karşılıklı o zaman hiç gitmez dileklerim ile ya giderse düşünceleri birbirine karışıyor... Sokak ortasında çırılçıplak kalsam ancak böyle hissederim... Halbuki bir tek ben sevseydim daha rahattı, yaşadığım şey karşılıklı olmaya başladığı andan beri savunmasız kaldım...

Aklıma bundan 15-16 sene öncesi geliyor, lunaparka gitmiştik, sanırım Yeşilköy'dü, yeni bir oyuncak gelmişti. Çok çok hızlı, çok heyecanlı, aniden iniyor, aniden çıkıyor, çok zevkli diye anlatıyorlardı. Kimse bugünkü adrenalin makinesi rollercoster’ların ilk ve güdük örneğinin aslında korkutucu olabileceğinden bahsetmemişti. Kardeşimle beraber hevesle bindik. Ama daha onuncu saniyede ne yaptığımızı anlamıştık... Ancak geri dönüş yoktu... Herkes çığlık atıyordu. O kadar korkmuştuk ki, gözlerimizi sıkı sıkı yummuş, sadece bağırıyorduk.

Kardeşim o incecik boynunu kolumun altına sokup, bana sıkıca sarıldı. Ben kollarımın yettiğince güçlü olmaya çalışıyordum. Bir kolumla demire bütün gücümle tutunmuş diğer kolumla kardeşime sıkıca sarılmıştım. O “Duygu inelim bundan” diye ağlıyordu. Bense sürekli “korkma, korkma, bitecek, şimdi bitecek, birazdan bitecek” diyor ve o aletin duracağı ana kadar kardeşimi korumak zorunda olduğumu düşünüyordum.

Nereden biliyordum kardeşimi kollamayı?
Nereden biliyordum korkumu bir başkası için, benden zayıf olan için saklamam gerektiğini? O küçücük bedeninin bana nasıl titreyerek sığındığını anımsıyorum...

Şimdi buna ihtiyacım var sanırım, birinin sımsıkı sarılması lazım bana, korkularımın, şu esip gelen inançsızlığımın, saçma sapan düşüncelerimin yersiz olduğunu,
birazdan biteceğini söylemeli...
Neden böyle oldum ki ben?...

Aslında şöyle uzaktan bakınca kendime,
Sessiz sedasız yaşamlarda bağıran olmuşum çoğu zaman.
"Her halta muhalefet!" demişler benim için.
Halbuki ben sadece onların "doğru"larının doğruluğunu kabul etmemiştim.
Neden diye sorulmasın, ters gelmiştir, mantığıma yatmamıştır vs...
Toplumun omuzumuza yükledikleri gereksizdi, yeni yeni atıyorum üzerimden.
Bu yürek benimse, bu bedende benimse, benimmiş gibi yaşıyorum, onların istediği gibi değil. Fakat kendimi anlatmaya, anlaşılmaya çalışırken bağırmışım, bağırırken gözlerimden yaşlar gelmiş çoğu zaman...Kızınca ağlamamayı çok sonralar öğrendim...
Sen de mi Brütüs dedim çokça. Eros' dan çekmedim Brütüs' den çektiğim kadar.
Hırs benim için işimi iyi yapmaktı. Gün geldi gerçek hırs ne demekmiş, hırslı insanlardan öğrendim, şaşırdım, sevmedim.
Hırs diye adlandırdığınız o hissi sevmeyip kendi işime, kendi halime baktığımdan "Bundan bir halt olmaz!" oldum çoğu zaman...
Pek dert olmadı açıkçası, varsın olmasındı...
Birine güvenmenin risk almak demek olduğunu da öğrettiler sağ olsunlar.
Çabuk öğrendim kabuğuma çekilmeyi, koşmaya aşıkken.

Şimdi öğrendiklerimle bir daha bakıyorum kendime. Öğretilenlerden hiç mutlu değilim. Sek olamamak da sarhoş ediyor bazen insanı. Acı da olsa tadı, sek seviyordum kendimi. Kendimden bir yudum aldığım anda, ne olduğumu ne kadar acı çekebileceğimi biliyordum en azından. Konsantre meyve suları tadımı bozdu.
Bir ölçü “güvenin” yanında bir ölçü de “kendini koru” güzel olmuyor. Ama karışık meyve kokteylleri varken sek olmak da iş yapmıyor.
Her gün, bugün neye şaşıracağım acaba diyerek uyanmak heyecanlandırırken,
sevdiğim ve sağlamlığına inandığım insanları zaman içerisinde tanımak ve haklarında hayal kırıklığına uğramak bir yandan onlara, bir yandan da kendime olan öfkemi
daha da arttırıyor... Saflığıma mı yansam?

Karşılıksız yaptığım iyilikler havaya bırakılan renkli balonlar gibi.
Kafalar kaldırılıp ne kadar da güzel bile denmiyor. Oysa gökyüzü balon dolu.

Dışarı baktım şimdi pencereden. Güneş parlıyor, bahar dalları ağaçlarda.
Başımı kaldırdım, gökyüzünde balonlarım. Kimse görmese de ben görüyorum. Gözü gören birisine bakmayı öğretemezsiniz. Bakmayı bilen birisinin gözlerini oysanız da görmesini engelleyemezsiniz. Biliyorum, çünkü öğretildim...

Bahar geldi sonunda. Ben gene sek kalmaya gayret edip, koşmaya çalışacağım, zırhımı çıkardım, duvarlarımı yıktım, çekeceğim acı umurumda bile değil, korkuyorum ama razıyım hem belki de çekmeme sebep olacak bir aksilik çıkmaz ne bileyim...
Çıkmasın be, valla çok seviyorum bizi...
Diyordum ya bahar geldi, içimdeki sevgi heryerimden taşıyor, içimi titretiyor, bu bahar da Brütüsleri umursamamaya gayret ederek, kafasını kaldırıp bakmaya tenezzül edenler için rengarenk balonlar bırakacağım gökyüzüne.

Bazı insanlar değişemiyor, ben de onlardan biriyim sanırım, akıllanmıyorum...
Olsun başka türlü de mutlu olamıyorum...

Ama artık, isteyen benle gelir koşmaya, istemeyene bir daha balon yok...
Hadi artık birazdan geçsin...

Yaz bi yereee, güzelim yok olamaz,
Olamaz sensiz hayat, meleğim var olamaz...
Kim sevecek seni,
Kim tutacak elini,
Kurtulamaz güzelim kurtulamaz...
Al ruhumu aaal, al gençliğimi,
Rabbim şahidim söz güzelim...

Sana bu söylediklerimi daha önce duyduğun yalanlarla bir tutma,
Belki en güzelleri değildir ama dosdoğrudur gözbebeğim,
Dosdoğrudur inan bana...
Yaz bir kenara... Yaz bebeğim...
Yaz bir kenara...

Çarşamba

Aşkın Aslını Sezdim...

Bir kaç sene önce çok çok mutsuz bir zamanımda, gülmekle ağlamak arasında kaldığım bir an geldi bugün gözümün önüne, kadıköy'de elimde bir kahve yürüyüp, yanımda yeni yeni çıtır çerezliğe adım atmış, zaman geçtikçe şarap misali daha da güzelleşeceğine inandığım, esmer teniyle, kıvrımlı hatları ve kıvır kıvır sırtına dökülen saçlarıyla ispanyol kızlarına benzeyen, gıdısını yediğim bir hatun, ilişkimi değerlendirirken... :)

Tahmini iki sene önce annem, arkadaşları, arkadaşlarının çocukları toplanılmış, kocalar evde kendi kaderine terk edilmiş olarak, sadece kadınların olduğu bir tatil planlanmış, bir otobüs kiralanmış Çanakkale yolundayız, 4 senesini bitirmiş 5. seneye girmeye ramak kalan ilişkim bitmek üzere, artık uzatmalar oynanıyor, herkes gırgır, şamata, şarkılara eşlik ederekten yolculuk ediliyor, eh ben bunalımdan bunalıma sürükleniyorum haliyle...

(Şimdi yazdıkça ne kadar komik geliyor... Ama bilmiyordum karşıma böyle ekstra çilek aromalı bir sevgili çıkacağını. Bilseydim eğlenirdim, neyse...=) )

Yolculuk sırasında ağlarken yanıma, jale ablamın 6 yaşındaki kızı Eda geliyor, büyümüş de küçülmüş tavırlarıyla, o ingiliz asilzadesi burnu havada halleriyle, elini saçlarımda dolaştırarak, soruyor,

-Ne oldu sana? Neden ağlıyorsun?
-Hiç... Öyle şarkı çaldı duygulandım herhalde bir şey yok bebeğim, gel otur...
-Had hadi var sende bir şey, anlat açılırsın belki hım?

Gülümsüyorum elimde olmadan, çocuk dediğin yaratık ne güzel şey... :)

-Ya sevgilimle ayrılmak üzereyiz sanırım, üzülüyorum işte, önemli değil o kadar.
-Hımmm... E seni ağlatıyorsa ayrılın o zaman, bak can bana geçen hafta okulda (anaokulunda!=)) yüzük vermişti, iki gün önce karnelerimizi alırken, okul bitti belki bundan sonra görüşemeyiz, evlenmekten vazgeçtim ben yüzüğümü geri ver diyerek aldı yüzüğü ama ben hiç ağlamadım senin gibi, zaten sıkılmıştım çişe giderken bile peşimden geliyordu, sevindim bile geri istediğine. Sende ağlama değmez ki onlara.

Bir yandan yaşlarımı silerken bir yandan da gülmeye başlıyorum...

-Aaa geri mi aldı yüzüğü? O da ne biçim adammış...cık cık cık...
-Yaa aldı salak ama en başından tanımış oldum iyi ki evlenmemişim, ağlama hadi.. diyor ve saçlarımı öpüp tekrardan annesinin yanına gidiyor.
Resmen keyfim yerine geldi, biriyle dertleşsem bu kadar rahatlayamazdım, sonra ki bir hafta ise telefonumu kapatınca, bir de yanımda özge, eda, dilara, derya dörtlüsü olunca tadından yenmedi.

Aradan bir ay kadar bir zaman geçmişken, yine Jale abla ve ailesi bizdeler ve ben yine odamda ağlıyorum =)... Eda giriyor odama,

-Gelebilir miyim duygucuğum?
-Gelebilirsin edacığım?
-Ben seni her gördüğümde ağlamak zorunda mısın sen?
-Bilmem hep sana mı denk geliyorum?
-Evet her gördüğümde ağlıyorsun ama yeter! Bu sefer neden?
-Bu sefer kesin bitti ondan.
-Aaaaa...Sende çok takıntılı çıktın ama, hiç mi aynaya bakmıyorsun?
ne kadar güzel olduğunu görmüyor musun yoksa? dur bir ayna getireyim ben sana...

Pıtır pıtır koşarak bir ayna getiriyor banyodan ve yüzüme tutuyor,

-Bak masmavi gözlerin var, pamuk gibi tenin var, saçların da pırıl pırıl,
hem ellerin ne kadar güzel, sen bunları görmüyor musun? Erkek mi yok sana?
Bence senin değerini bilmiyorlar duygucuğumm...
Değerini bilmeyenleri bu kadar ciddiye alma lütfen...Hadi ağlama içeri gel de tuti ile tanıştırayım seni hadi...diyor...

Şimdi bile gülesim geldi. Kahkaha atmakla atmamak arasında, şok olmuş şekilde baka kalmıştım suratına, 6 yaşındaki bir kız çocuğundan nasıl çıkar bu sözler diye.
Ama öylesine haklıydı ki... O günden sonra ne zaman bir araya gelsek hep aşk hayatımla ilgili sorular sorar bana, bende bir miktarını anlatırım ona, o büyümüş de küçülmüş laflarını dinlemek ve her defasında şaşırmak için, ara sıra uygularım da söylediklerini, işe yarıyor =)...

Ha bu arada o sözlerden sonra gidip elimi yüzümü yıkadım, sanal bebeği olan tuti ile tanıştım ve baya eğlendik beraber... Çocukla çocuk olmaya bayılıyorum, çünkü içimdeki çocuk büyümek bilmiyor bir türlü ve aslında işin açıkçası, sanırım en çok onlarla eğleniyorum...
Yaşı küçük diye bir halttan anlamaz sanmamak lazım o gün bunu öğrenmiştim, illa bir şey yaşamalarına gerek yok, çocuk kısmı daha muhteşem gözlemler yapabiliyor ve bal gibi de her halttan anlıyor!

İşte bu yüzden,

Sınıfta kalmak, aşık olunan kişinin terk etmesi, üniversiteyi kazanamamak,
işe girememek, işte başarısız olmak, işten atılmak, borç ödeyememek...
Ne çok korkulardan geçiyor hayat... Ne çok yük bindiriyor omuzlarımıza...
Sonra bir küçük çocuk anımsatıyor: O kadar da ciddiye almamak gerek...
Canlar sağ olsun yeter, aşk hiç bitmesin yeter, hep umudunuz olsun o da yeter...
Bir de Allah baba hepinizin karşısına çileğim gibi bir "insan evladı!" çıkarsın, ondan sonra isteyeceğiniz bir şey kalmaz zaten, komple yeter...

İyi ki varsın Mertom... İyi ki benimsin...

Gözlerim gözlerine kitlenir,
Doyamam seyretmelere seni...
Özledim! Bir kaç saat fazla gelir,
Yağızım yiğidim erkek güzeli...
Seni pamuklaraaa sarmalar sararııımmm,
Ne bedel isterim ne hesap sorarım...
Ne sitemle güzel kalbini yorarım,
Sakınma tatlı dilleriniiii...

Ben yazdım ben bozdum,
Kaç sevdayı gezdim,
Aşkın aslını sezdim
Hadi gel al sonuna kadar!!
Sonuna kadar!! Sonuna kadar aaaal aal...
Nasıl da paylaşıyor insan isterse,
Nasıl da birmiş meğer hasretler,
Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye,
Sevmeye...Öğrenmeye...