Pazar

O ♥ Ben = Biz = ♥ = İyi ki...

-Duyguuu
-Efendim hayatım
-Bi gün o gönlün başkasına kayarsa varya, senin....
- Te allam! Nerden çıktı şimdi durup dururken?
-Hiç öyle aklıma geldi.
-Olur mu öyle şey, hem bir insanı sevebilme sınırlarım zorlanmış durumda seninle... Daha çok sevemem ki birini...
-Yalancının anası ölsün mü?
-Ne ölmesi, yalancının anasını....
-Oha hahahahah...
-ehehehhhe...
-Seni çok seviyorum...
-Oyt! Bende seni çok seviyorummm!!
Galiba romantik olmayı beceremeyen bir çiftiz... =) ama olsun. Mutluyuz....Çok mutluyuz...


Hadi bi miktar başa dönelimmm...=)

*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*.*


Baraka, 
denizin dibine kurulmuş masalarıyla salaş bir yer. Özellikle baharın gelmesiyle birlikte nefes alıyorum dedirten, özgürüm diye hissettiren bir yer benim için… 



27 Temmuz 2009’ da havanın öyle muhteşem olduğu bir gündü,her şey üst üste gelmiş o dönem, iş durumları vahim, bilemiyorum sonumuz ne olacak. Bankalarla başım dertte. Aile desen, o sıralar gerilim had safhalarda. Arkadaş, dost alemleri desen olmuşuz çorba gibi, ayrıştırabilene aşk olsun… Hele aşk, meşk durumlarına hiç girmiyorum, lanetlenmiş olduğum bir zaman dilimi anlayacağın… 

Bu sebepten, son zamanlar da neredeyse her hafta yaptığımız gibi, bu hafta da barakaya gidelim dedik neslicanım ve kuzenim barışla beraber. Bi “oh bee” diyelim, sakin sakin iki sohbet edelim, gülelim, geyik yapalım, ciddi olan ne varsa konuşmayalım diye… 


-Aaaa bakın denizin tam kenarında ki bank’ın olduğu masa boş!
-Valla mı! Aaa süper, oley bee!


Full halde dolu olan cafe’de kala kala en sevdiğimiz yer boş kalmış, oturuyoruz, sipariş vermek için etrafa bakınırken, kasada oturan bir çocuk dikkatimi çekiyor. İlk defa burada gördüğüm için, herhalde yeni işe başladı diye düşünüyorum, tabii düşünürken gözümü dikip bakmamam gerektiğini sonraları öğrendim, çünkü ben “Allah Allah yeni mi işe başladı acabaaa…” derken çocuk kafasını çeviriyor ve göz göze geliyoruz. Resmen adam keserken yakalandım. Öyle bir utandım ki önüme dönüyorum hemen ama kalbim sıkışıyor bi an… “hoş çocukmuş…” 


-Neslii…
-hııı…
-Şu tam arkanda, kasada oturan çocuk kim?
Daha önce gördün mü hiç?
- Çaktırmadan bak hee, demin ben öyle mal mal bakarken, 
o da dönüverdi yakalandım zaten, çaktırmadan bak nolur.
-Iıhhıımmm… yok tanımıyorum görmedim daha önce niye?
-Hiiç, bu kadar gelip gidiyoruz bende görmedim de ondan sordum,
işe yeni başladı herhalde?
-Bilmem heralde… 


Sohbet devam ederken, ara ara kafamı kaldırdığım anlarda, kasada ki çocukla göz göze gelmeye başlıyorum, ya o sürekli bana bakıyor ya aynı anda birbirimize bakıyoruz, ya da tesadüfen oluyor ne oluyorsa, bilemiyorum… Ama bütün iç organlarımın bana savaş açtığı kesin, ya göğüs kafesime bir ağırlık çöküyor nefes alamıyorum, ya da midemi tuhaf bir karıncalanma sarıyor…


-Nesliii
-hıııı!
-Ya bu çocukla ben sürekli göz göze geliyorum. 
Kafamı gömücem şimdi şurdaki kayaların arasına.!
-Hahahahha emin misin ya? Sana mı bakıyor?
-Eğer yüzüme bakmıyorsa kesin g.tüme bakıyor. Hani komple tam karşısındayız, o sebepten her kafamı kaldırışımda göz gözeyiz.!
-Duygu sen nolucan kızım ya hah hayyy... 

Tam biz bunları konuşurken yanımıza çiçek satan bir çingene geliveriyor.

-Gel buraya gel güzel gözlü. Aç elini, fal bakayım sana.
-Ay istemem ben fal mal şimdi ya ne olur ablam hiç lazım değil.
-Kız aç elini içimden geldi aaa.
-İyi iyi tamam,napalım, al.
-Yolların var senin, işin kapalı, kısmetlerin var, bi yola gideceksin gitme bak, kötülük gelecek başına, bir de mert var, mert diye biriyle tanışacaksın, ha bugün, ha yarın, kapının ucunda. Olursa onunla olacak, sen yüreciiini ferah tut tamam mı?
-Mert kim ya? Tanımıyorum ben öyle birini. Attın ha.
-Atmam ben. Görürsün bak, bul beni olunca.
-Peki tamam tamam ne kadar vereyim?
-5 versen yeter.
-Dur bekle bozuk yok, kasadan bozdurayım.


Kasaya gidiyorum ama kimse yok. O sırada orada sipariş alanlardan rica ediyorum, “şey pardon bana şunu iki beşlik yapabilir misiniz?” kasadaki çocuğa sesleniyorlar, 
“Mert bey bakar mısınız?”, “Nee!!” iç sesim bir çığlık attı ki, başımdan aşağı kaynar sular döküldü desem yeri...  
“Mert miymiş adı….” diye düşünürken geliyor ama suratına bile bakamıyorum. Resmen ter attım.


-Şunu bozabilir misiniz?
-Tabii…


Parayı bozdurup, sonrasında adının karanfil olduğunu öğrendiğim falcıya verip, yerime oturuyorum. 


-Nesliii
-efendiiiim
-Kasada ki çocuğun adı mertmiş!
-Oha!
-Valla…
-Falın da dakikasına çıkanını ilk defa görüyorum..ahhahah… 


Gülüyorum bende. Hala, “Mert bey bakar mısınız?” dendiği an, oracıkta üzerime yapışan sersemlikten kurtulabilmiş değilim ama bugün annemin doğum günü ve erken kalkmamız lazım diyerek, yavaştan ayaklanıyoruz. Tuhaf bir gündü… 

O gün oradan kalkana kadar, kaç kez gözgöze geldik hatırlamıyorum ama o günleri hatırladıkça niye hala midemi aynı karıncalanma esir alıyor artık biliyorum…

Sonra ki bir haftam sık sık barakaya gidip gelmekle, para bozdurmakla, saatlerce bakışıp durmakla ve internet üzerinden tüm baraka gruplarını , üyelerini araştırarak Mert bey’i aramakla geçiyor. Neyse ki bin bir dolapla bir şekilde buluyorum, kendimi ona buldurtuyorum, ekletiyorum hatta mesaj bile attırıyorum… 

“Merhaba 20tl bozuğun var mı?” =)

Komik günlerdi, ben olsam yemezdim ehe… 

Başlıyoruz internet üzerinden konuşmalara, artık arkadaşız. Aradan biraz zaman geçtikten sonra, bir gün arkadaşlarla otururken geliyor yanımıza, bakıyorum ki hiç baş başa kalıp konuşma durumumuz olmayacak, utanmazlığı iyice ele alarak, tam sandalyede yanımda otururken dizine vuruveriyorum. 

-tuvalete gitmek ister misin merto?
-hö????? (iç sesim ve ben..) topluca şok oluyoruz.

İçimde ki ses kendine gelipte “nerden çıktı o yaa!!” diye ciyaklarken, kafamı kaldırmamla, dudaklarını ısırarak gülmemek için kafasını başka yöne çeviren nesliyi görüyorum ve gülmemek için kendimi zor tutuyorum… of ya! 

O şaşırmış “olur” diyor ama fısıltı gibi bi olur… Kalkıyorum yerimden, tuvalete doğru yürürken oturuyoruz bi banka, ben rahatım, o rahatsız, neden rahat olduğumu anlayamıyorum, böyle heyecanın bini bin para olacak durumlarda hep sanki hamakta yayılıyormuş gibi rahat olurum ben… o ise elini ayağını koyacak yer bulamıyor, bi yanıma oturuyor, bi kalkıp bankın başında tepemde dikiliyor, bi elini dizlerine koyuyor, bi arkasına yaslanıp kollarını birleştiriyor, iki dakika nasılsın iyimisin, neler yaparsın gibi saçma bi muhabbetten sonra masaya dönüyoruz… 

O akşam ise kızların alay konusu oluyorum tüm gece… 

“tuvalete gidelim mi merto neydi duygu yaaa Allah belanı….” 
"İnsan hoşlandığı çocuğa tuvalete gidelim mi der mi be?! ahaha"
“aman,öf, çıktı işte öyle,ne biliyim ben laneeeet!!!”

Birkaç hafta sonra ise bir iftar yemeğine davet ediyor beni, 

-Bir iftar yemeği yapıyoruz açtığımız internet sitesi için, büyük bi yemek olacak benim davetlim olarak gelir misin?
-olur…olabilir...tamam gelirim.

Çok kolay oldu galiba… Ama neyse bundan öncekilere hep hayır demiştim, bu sefer de hayır dersem artık sıkar… gidelim bakalım diye düşünüyorum.



Gidiyoruz, eğlenceli bir yemek oluyor. Yemek bittikten sonra, beni eve bırakmak için yola çıkıyoruz, gece saat 01:00 civarı 

“bir yerlerde bir şeyler yiyelim öyle bırakırım seni” diyor, yine “olur” diyorum ve o gece saat 01:00’da oturduğumuz cafeden sabah saat 06:30 civarı kalkıyoruz… 

O günü bundan 1,5 sene önce burada “biri gelir ve her şeyi değiştirir” başlıklı yazıda anlatmıştım…

O zamanlar bilmiyordum tabii böyle olacağını çünkü ben o yazıyı yazdıktan yaklaşık altı ay kadar sonra birlikte olmaya başladık ama iyi başlık bulmuşum, nedense gurur duydum… =)

Neyse, o yemekten sonra görüşmelerimiz başladı, akşamları buluşup, herhangi bir cafede sabahlara kadar süren sohbetler, birbirimizin arkadaşlarıyla tanışıp, grup olarak toplanıp sinemalara gitmeler, stüdyoda, yemeklerde edilen sohbetlerle aylar geçti… 
Bu süre içinde, onun hayatına girenler, benim hayal kırıklıklarım derken, canımın habire yanıp durması sabrımı taşırmış olacak ki, altı ayın sonunda, bundan sonra aramızda bir şey olamayacağının kararını verdim ve sürekli aramızda bir şeyler olması için çetin bir savaş veren arkadaşlarımdan artık bir şey yapmamalarını, hatta konu bile açmamalarını rica ederek kararımı söyledim. 

“Mertle bugünden sonra aramızda bir şey olamaz, fazla bile bekledim, hatta hayatına birileri girdiği halde sabrettim, geçer dedim. Geçiyor ama sürekli yenileri giriyor, daha fazlası beni de küçük düşürür, aramızı da bozar, o yüzden artık kimse mert’e en ufak bir imada bile bulunmasın ne olursunuz, sanırım aramızda ki dostluk daha önemli, yoksa o da kalmayacak…” dediğim son gece, sanki bir şeyler planlanmış da, biliyormuş gibi, telefon etti, halbuki bilmesinin imkanı yoktu.

-Nerdesin,napıyosun?
-Stüdyodayız nesliyle sen?
-Cafedeyim bende, orada mı kalacaksınız?
-Evet sanırım buradayız bu gece ne oldu?
-Gelicem bir saate kadar olur mu?
-İyi tamam sen bilirsin, olur tabii.
-Görüşürüz.
-Görüşürüz.

04:00’te civarlarında çalındı kapı. Oturduk, çay, kahve derken başladık sohbet etmeye. Bir süre sonra nesli uyumaya gitti, kaldık baş başaaa...

“Böyle radikal kararlar aldığım zamanlar da hiç lazım değil böyle durumlar!”diye geçerken aklımdan. Bir yandan da “Ne konu açsam?” diye düşünüyorum ama o anda, mert yanıma geliyor ve yine aynı karıncalarda gelip mideme üşüşüyorlar… Elimi tutuyor, başını omzuma koyuyor, başlıyor konuşmaya, 

- Ben artık çok sıkıldım, her şeyi, bu belirsizliği bırakmak istiyorum, gördüklerim, yaşadıklarım, etrafımdakiler… Hislerimi kaybediyorum sanki. Bunaldım…

Dinliyorum öylece, bir şeyler söylüyorum ara sıra fakat kafam, ellerimde oynayıp duran ellerinde ve midemde ki karıncaların,bu durum biraz daha devam ederse,beni bayıltıp bayıltamayacaklarını hesabını yapma halinde… 

Söylediklerine karşılık ne dediğimi bile hatırlamıyorum. Ama konu dönüp dolaşıp benim ona olan hislerimden, onun bana hissettiklerinden açılıyor.

-Bana karşı ne hissediyorsun duygu?

Susuyorum bir süre. Laf mı soksam? Gerçeğimi söylesem? 
Makaraya mı vursam… Birden bir kaç ay önce söylediği bir söz geliyor aklıma;

-Bana, beni sevme, güvenme ama nefrette etme lütfen, demiştin, bende öyle yaptım. diyorum.

-öyle mi dedim? O o zamanmış şimdi öyle değil ama

Sonra bir şey söylüyor, ne diyor hatırlayamıyorum ama tokat atıyorum suratına hafifçe, bir hışımla kafasını kaldırıyor, 

-vurma yüzüme! 
-ne olacak vurursam! 
diyerek bir daha elimi kaldırıyorum ki, birden iki elimi de tüm gücüyle tutup beni kendine doğru çekiyor ve öpüveriyor…gerisini hatırlamıyorum, gözümü açtığımda hastanedeydim.şaka şaka.ehe.

O öpücükten sonra hiç konuşmuyoruz, sessizlik en güzeli sanki böyle zamanlarda… Sandalyelerimizi geriye yaslayıp, kalorifer peteklerine ayaklarımızı uzatıyoruz, çok soğuk… 

Arka fonda Levent Yüksel, “Fırtınam, felaketim, hasretim… Ölene kadar peşindeyim bırakmammm…” derken ve ben camdan dışarı, üsküdar’ın o en sevdiğim sokağına bakıp, ne diyordum, ne oldu diye bin bir şey düşünürken, o “mutluyum…” diyor sadece ve elimi tutuyor… 

Başımı çevirip ona baktığımda, kafasını sandalyeye yaslamış, ayaklarını uzatmış, hafifçe gülümseyen, yanakları pembe pembe, gözleri gözlerime kilitlendiği an nefes almayı unuttuğum o kasada ki çocuğu görüyorum… 

Çok beklemiştim…Bende mutluyum…ama söylemiyorum.

Sabah saat 08.00 civarlarında Nesli uyanıyor, 
“şükürler olsun!! Çatlıyacaktım..!” diye geçiyor içimden. 

-Of! Tutulmuş her yerim ya. Günaydın. Ben bi yüzümü yıkayayım.
-Günaydın, bende geliyim dur.

Tuhaf tuhaf bakışıyoruz ama takılıyorum peşine daha fazla dayanamıcam. O da anlıyor bir tuhaflık olduğunu...

-noluyo kızım?!
-ya bu beni sabaha karşı küt diye öptü!
-aaaaa! Nee! E sen ne yaptın
-tuvalete gitmem lazım diyerek buraya kaçtım, 
kafamı da musluğun altına soktum.
-hahahhaha…manyak! E teklifte bulundu mu? Beraber misiniz?”
-yoo değiliz..yani bi teklif olmadı…ay ne biliyim ben ya neyiz! 
Tuhaf bir şey oldu!

O sırada kapının arkasından mert’in sesi bizi bir anlık yerimizden hoplatıyor.

-Neslihan aldın mı bomba haberi??
-Ay.!!
-yooo almadım, ne oldu ki ya? 
-duyguyla beraberiz biz!

Sessizce çığlık atarak çak çak çak yapıp gülüşüyoruz. 
Biz tuvalette gecenin dedikodusunu yapmaya devam ederken, içeride kapo ile mertte nutella yiyerek kutlama yapıyorlarmış… Halbuki elmalı kurabiye ve şöyle en köpüklüsünden, şekerli bir türk kahvesi ile daha güzel oluyor, sorsalardı söylerdimm… =)

İşte, 9 Ocak 2010 gecesi, sabaha karşı 05:30 civarı böyle başlayan bir aşk vardı elimde…

Şu bir sene boyunca, beraber olduğumuz her günün ayrı güzel geçeceği, zaman geçtikçe aramızdaki sevginin daha daha çoğalacağı, nazar değecek diye korkumdan anlatamayacağım, her şeye değecek ve hiçbir şeye benzemeyecek, yerlere göklere sığdıramayacağım bir şeye başlamışım bilmeden…
Ama herşeyin bir nedeni varmış, yaşanacak her güzelliğin bir zamanı... O biliyormuş en doğrusunu, bende artık biliyorum... 
Allah baba, herşey için binlerce kez teşekkür ederim…

Arabada bağıra çağıra söylenen şarkılarınla, gidilen sinemalarınla, stüdyoda yerlere yatıp uyumalarınla,donarak birbirine sarılmalarınla, sevgililer gününü araba iterek bitirmelerinle, duvarıma asıp kuruttuğum çiçeklerimle, muhteşem bir kış… 


Polonezköy’de muhteşem bir doğa içinde, kuşlarla, ağaca bağlanmış salıncaklarınla köy kahvaltılarınla… Fener sahilinde denize karşı yapılan muhteşem sohbetlerinle, gecenin 4’ünde ortaköyde yenilen kumpirlerinle…harika bir ilkbahar… 


“FoçAşk” yazımda anlattığım o unutulmaz tatilinle, onuda keşfedelim, burayada gidelim, şunu da yapalım, bu gece de sabahlayalım, şurasını da görelim… seviyorum… çok seviyorum…derken…olağanüstü bir yaz… 



Çalınan arabamız ile beraber, arabasızlığa alışıp, taksilerde dinlediğimiz enteresan müziklerle eğlendiğimiz, uyanıp gözümü açtığım an yanımda kızarmış bir çift yanak gördüğümde, binlerce kez şükrederek kokusunu içime çektiğim o muhteşem ötesi sabahlarla… Klasik haline gelen “kuymak” haftalarımızla ve Fenerbahçe parkında, kollarında dönüp durduğum vedalaşma zamanlarıyla, biten eşsiz bir sonbahar… 

Yeniden gelen kış ve 2011...


Ne muhteşem bir seneydin 2010… 
Ben ne yaptım da bu kadar güzel bir şeyi hak ettim bilmiyorum ama sabredildiği takdirde, her sabah uyanıp da şükürler olsun dediği zamanlar da oluyormuş insanoğlunun hayatında… 

İyi ki sevmişim… İyi ki benim… İyi ki onunum… 
İyi ki!İyi ki! İyi ki! Diye sayıklayıp durduğu zamanlar… 






Mert Değirmenci,

Seni o kadar çok seviyorum ki tüm kelimelerim az önce bitti… 
Bu yüzden bu yazıyı burada sonlandırıyorum. 
Nasıl anlatabilirim diye çok düşündüm, gülüşün geliyor aklıma her defasında, hissettiğim şey; 


Mutluluktan ağlamakla, gülmek arasında ki ince çizgisin sen… 


                                                    Başka türlü tarif edemem. 

Nice nice senelerimiz olsun sevgilim… Bir ömür olsun… 
İyi ki doğmuşuz biz…! İyi ki varız! 
İyi ki sevmişim seni, herşeye değermişsin…








Nasıl da paylaşıyor insan isterse,
Nasıl da birmiş meğer hasretler,
Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye,
Sevmeye...Öğrenmeye...