Çarşamba

Di(L)iyorum ki...

Eh İstanbul… Severim seni de… Hep bir “Ama” n var ne yapayım… Bazen nefret ediyorum senden, kalabalığından, sokaklarına, büyüklüğünden, insanlarına kadar… Bazen de çok seviyorum, bitip tükenmek bilmeyen enerjini, insanlarla dolup taşan sokaklarını, karman çorman bir topluluğu garip bir düzen ile içinde barındırmanı, renkliliğini..seviyorum işte…
Sensiz yapamazmışım gibi geliyor çoğu zaman ama başka bir yere gittiğimde de aslında o kadar da matah bir şey olmadığını anlıyorum… Ne garip… Sevgili gibisin… :)

Kalbin kendine göre sebepleri var mantığımın bunu anlamasını elbet beklemiyorum, yine de zor olan artık bende heyecan yaratmıyor sanırım, aksine yoruluyorum… Nereden başlasam ki acaba?

İyi hissediyorum bugünlerde… Diyete başladım, aslında pek de başlamadım kendiliğinden oldu, az yemeye, canım pis şeyleri çok çektiğinde başka şeylerle ikame etmeye çalışıyorum, eh bunları yaptıkça da 1hafta içinde yavaş yavaş daha hafif, daha enerjik hissetmeye başladım, bütün depresyonum hamburger kaynaklı mı yani? Yok canım…

Hımm… Yazmayı çok istiyorum, bir sürü şey geçiyor aklımdan, vızır vızır… Ş
uraya sırf bütün sayfa hoppidi hoppidi yazsam da ne güzel döktürdüm bugün bee diyecek bir hava var üzerimde ama ne anlatmak istediğimi bile bilmiyorum…

Gelenek? Alışkanlık, değişim, ideoloji?
Hangisinden girsem acaba?
Neşeli mi olmalı yoksa mesajı tam alna mı yapıştırmalı?

Belki de duvarlarımızdan, pencerelerden, sınırlarımızdan başlarım... Korkularımızdan, savunularımızdan, bahanelerden söz ederim... Belki de aşktan...

Bence bugün gelişi güzel yazmalı, bir tek şeye saplanmamalıyım…
Ortaya bir karışıktan gireceğim…

Bir şehri dolaşmayı öğrendim bir zaman önce. Hiç girmediğim sokaklara girmeyi, yorulmadan yokuş tırmanmayı, her çıkmaz sokakta şaşırmayı, dar sokakların masal evlerine hayran kalmayı öğrendim. Gündüz vakti tek başıma sinemaya gitmeyi, öğle vakti bir restoranda tek başıma yemek sipariş etmeyi, tek başıma bir mucizeye şaşırmayı öğrendim.
Bütün öğrendiklerimi değiştirebileceğimi, değişimin sandığım kadar acıtıcı olmayabileceğini öğrendim…
Yalnız kalmayı, kendimle vakit geçirmeyi sevdim, hatta belki topluca geçirilen vakitlerden daha çok sevdim, kendi kendimi dinlemek, yapmak istediklerimi, istemediklerimi, mutlu edenleri, etmeyenleri, silmem gerekenleri, zararı olanların, hakkı ödenmeyecek olanların farkına varmak, bambaşkaydı… Hepsini tek tek belirledim, sıraya koydum, uyguladım, uygularken üzüldüklerim oldu ama kendimle baş başa kaldığımda üzülmemin de gereksiz olduğuna karar verdim, çünkü insanlar ben karar verip uygularken, radikal değişimler yaparken şaşırıp, yorumlamaya başladıklarında kendi sesimi duymazdan gelerek sadece dışarıyı dinlediğim için üzülüyormuş gibi hissettiğimi ama aslında hiç üzülmediğimi de fark ettim…

Şimdi de karma karışık bir cümle kurduğumu ve okuduğumda hiçbir şey anlamadığımı fark ettim, yine de değiştirmeyeceğim, nasıl geldiyse öyle yazdım çünkü… Doğru söylüyorsun Ahmet Abi, ben tarzıma değil, tarzım bana hakim… Elbet Büyüyeceğim… :)

Bir de her kadının kendi şahane hikâyesini yazarken kendi içinden hep başka bir kadını doğurduğunu öğrendim... Belki de en çok buna şaşırdım...

Dişi doğmamıza, öğretilen edilgenliğimize rağmen ruhlarımızın sonunda “coğrafya”ya uyum sağlayarak giderek erkeksileşmek zorunda olduğunu kabul ettim... Pek hoş değildi… Sevmedim… Erkeklerimiz giderek feminenleşirken, kadınlarımız gittikçe erkeksileşti, erkek kadından kaçar, kadın erkek kovalar oldu, erkek kadınıyla geçirdiği geceyi ertesi gün belki sadece o da belki en yakın arkadaşına anlatıp dertleşirken yada keyiflenirken(?)
kadın çok yakın olmadıklarıyla bile geçirdiği gecenin kritiğini yapar, dalga geçer yada ballandıra ballandıra anlatır hale geldi…

Sahi ne oldu bize böyle?
Kırık dökük aşklar, biri bitip biri başlayan savaşlar sonunda mutasyona uğradı kadın... Ekonomik, sosyolojik düzen “süper kadınlar” olmamızı istedi bizden. Hem anne, hem eş, hem işçi, hem patron, hem sevgili, hem arkadaş... Yeri geldiğinde hanımefendi, yeri geldiğinde serseri, yeri geldiğinde cilveli bir kadın…v.s… Ben hepsi olamayacağımı kabul ettim artık. İçinden bazılarını seçtim...
Şimdi yine kendi başımayım, Kadıköy moda’da bütün denizi tepeden gören, küçük şeffaf çadırların yerleştirildiği, yağmurlu havalarda da üşümeden bütün manzarayı seyrederken, tüm düşüncelerinizi toplayabileceğiniz bir yer burası, bi kahve söyledim ki misler gibi kokuyor, özenle seçtiğim kalemim ve çok severek, neredeyse 10 yer dolaşarak araya, taraya bulduğum, sarımtrak sayfaları ile sanki çok eskilerden kalmış izlenimi veren, eski kokan sayfalarıyla güzelim defterim… Bilgisayar da Word’e yazmaktan daha keyifli böylesi, ne zaman buraya gelsem her şey düzeliyor sanki, denizin görüntüsü, havası öyle garip ki alıp götürüyor ne varsa, rahatlıyorum, burnumun içinde bir hava koridoru açılıyor ve şahane nefes alıyorum. Aynı koridor beynime de yöneliyor olsa gerek, bu manzaraya dalma sırasında düşünceler tıkır tıkır yerli yerine giriyor. Sanki kafamın içinde hafta sonu temizliği yapmışım gibi bir rahatlamayla eve doğru yola koyuluyorum...

Yunuslar gördüm!! Yunuslar gördüm!! 4-5 tane, sıralarını bozmadan, senkronize halde öyle güzel yüzüyorlar ki, baharın ilk günleri, sık sık görünürler artık ne güzel, belki de bi dilek dilemeliyim… Vazgeçtim dilek dilemekten, karamsarlığım ne yaptı etti buldu yine beni, iç sesimle kavga ettikçe depresyonumun hamburger ile alakalı olmadığını anlayabiliyorum… Aslında doğru söylüyor, yıllarca gözü kara dilekler yaşattık hepimiz içimizde bir yerde. Adaklar adadık, mumlar yaktık, anahtarlar aldık, fallar kapattık...
Öyle olsun, böyle olsun istedik. Çok istedik...

Dileklerimin çoğu gerçekleşip, dualarım kabul olduğunda, adaklarımı yerine getirdiğimde yaşadığım büyük sevinçleri düşünüyorum şimdi... Her bir dilek, yaşattığı kısa sevinçlerden sonra çok da üzülebileceğim başka süreçleri başlatmış aslında... İsteklerim bazen kör etmiş beni. İnatla, ısrarla üzerine gittiğim arzularım sağduyumu kaybettiğim, aklımı mantığımı tersine çevirdiğim ve böylelikle en çok kendimi kandırdığım günleri yaşatmış bana...

Dileklerimi eksik mi yoksa yanlış mı dilemişim bilmiyorum ama bedelini düşünmeden sözler vermişim Allah’a... Birden işte aniden bunu fark ettim... Ve vazgeçtim…

Bir sürü merdiven var önümde, birazdan kalkıp tam denizin dibine ineceğim, bir süre yürüdükten sonra kayalıklara oturup devam edeceğim sana yazmaya, şu dilek meselesi biraz içimi sıktı, halbuki rahatlamaya geliyorum ben buraya… Merdivenleri indim, aşağıya doğru dimdik inen bir sürü merdiven… Çimlerden sahile geçtim, yürümeye başladım. Yeniden önce nefesim sonra zihnim açıldı. Verdiğim kararı doğru buldum. Kariyer için, ev için, çocuk için, araba için, zafer ve başarı için, sınav kazanmak için, zengin olmak için, sevilmek için, onun için, bunun için... Hiç bitmez bir şey için dilek dilemek. Elbette dileklerimiz, hedeflerimiz eksik olmasın hep bir amacımız olsun… Oğlunu askerden sağ salim döndürebilmek, sevdiğini hastalıktan kurtarabilmek, borcunu alacaklıdan silebilmek, evladına hayırlı bir gelecek ummak gibi dilek ve dualarınız varsa eğer dilerim dualarınız kabul olsun...
Ama söylediğim şey bunların dışında, “daha”sı için dilek tutmak…
Anlamsız sanırım… Her neyse boşveriyorum işte…
En iyisi hakkettiğim gibi yaşayayım…

Hiç yorum yok:

Nasıl da paylaşıyor insan isterse,
Nasıl da birmiş meğer hasretler,
Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye,
Sevmeye...Öğrenmeye...