Çarşamba

Biri Gelir Ve Herşeyi Değiştirir...

Sıkıştırılmış bir hayat yaşadım bugüne kadar, hani 22 sene, valla bir şey değil…
Kim bilir daha neler yaşayacağız… Her türlü duygunun üzerimden gelip geçtiğine inandığım zamanlar oldu. İtiraz edenler çıktı mutlaka, “Demek ki sen bunları yaşasan…” diye başlayan cümleler. “Bunları da yaşadın mı?..” diyerek son bulan kelimeler.
Kendime ve hayata haksızlık ettiğim bile ileri sürüldü…
Doğruydu belki ama yine de acının tek merkez olma gücünü hatırlatmadan geçemedim…
Yine birini anlatacağım, sesli olarak değil yine yazıyla, neden yazıyorum bilmiyorum aslında, biri sürekli kulağıma bir şeyler fısıldıyor gibi… Hele ki kendiminkine benzer hayatlar gördüğümde… Yazmazsam olmayacakmış gibi sanki…

Bize kocaman kitaplar yazmışlar, sonunu bilmediğimiz kaderler… Şimdi bir de ben yazacağım birine, umud etmek bedava ya… Daha da güzel olsun her şey diye…

Bana kendini anlat demedim ona, bir şey de sormadım, anlattığı kadarını bileyim, bilmemi istemedikleri onda kalsın istedim… O nasıl istiyorsa öyle tanıyayım onu, o da beni…
Değişmek ister ya herkes bazen, pişman olduğu ne varsa silerek, 0’dan yaşamak ister her şeyi… Baştan başlamak için fırsat olsun hepsine diye… 0’dan olsun…
Nasıl istiyorsan öyle olsun dilerim…

Saat 01.00 civarı, etrafımızda birkaç masa dolu, kendi aralarında sohbet ediyorlar, biri var karşımda oturan, şu dünyada, iki dağ arasında, kıyı da, köşe de kalmış kadar tertemiz, öyle açık yürekli… Bıcır bıcır konuşuyor, anlattıkça anlatıyor, sessizce, tüm anlattıklarını hafızama kazır gibi dinliyorum onu, bazen merakıma yenik düşüp sorular soruyorum ama susmam gerek biliyorum. Biri sana yüreğini bu kadar dürüstçe açmışken susman gerekir, susup dinlemen, bölmemen, akışına bırakman gerekir… Dinlemek, tanımak istiyorum sadece… Güvenmek istiyorum ve o güvenilebilecek nadir insanlardan hissediyorum… Ne yaşamış olursa olsun, öyle tertemiz bakıyor ki gözleri, her insan gibi o da herhangi biri tarafından karşılıksız, çıkarsız sevilmek istiyor sanki, yeniden güvenmek ve canının yanmayacağına emin olmak...Yada gözleri öyle diyor, “sev beni..” diye bakıyor. Memnuniyetle diyorum içimden… Keyifle…Zevkle… Severim hem de çok… O şimdilik bilmiyor ya bunu neyse...

Ailelerden konuşuyoruz bir süre, benzer değil yaşananlar ama çocukluk ve ergenlik dönemimize denk gelen yaşlarda yaşatılan şeylerin adı travma, iyi sıyrılmışız diye düşünüyorum.
Kendilerine sorsak fedakar olduklarını iddia edebilecek anne babaların, yaşanmamış yada bizim için yaşamaktan vazgeçtiklerini söyleyecekleri hayatlarının bedellerini ödemekten yorgun düşmüş çocuklarız biz… Aile içi sorunlardan, sıkıntılardan ölümden dönüyor o gülerken yanakları pembeleşen çocuk…

Babamla her konuştuğumuzda kardeşim “abi beni sordu mu?” diye sorar, heyecanlanır, bende “sordu bitanem..” derim. Ama sormaz… Sevmez babam kız çocuk, tuhaf… diyor.
İçtiğim su boğazımda kalıyor, gözlerim doluyor, küçük bir boğulma tehlikesi atlattım ama görmedi, hem gözyaşımı tutayım, hem yutkunabileyim diye uğraşmak ilk defa bu kadar zordu… Şimdi bile aynı his, genç olmaya yeni yeni adım atmış bir kız çocuğunun babasından haber almayı heyecanla beklemesi içtiğim suyun boğazımda kalmasına sebep oluyor… Halbuki öyle eğlenceli, öyle fırlama ki insanın gıdığını,yanaklarını mıncır mıncır edip sarıp saklayası gelirken, onun yüreğinin aslında hayatında ki ilk aşk’ı olan erkek tarafından bu kadar incitilmiş olduğunu bilmek içimi eziyor da eziyor… Neyse ki babasının yerini doldurabileceği, en ufacık bir sorunda sığınabileceği ve onu canından daha çok seven başka bir erkeğe sahip…
Allah baba hesaplamadan iş yapmıyor bir kez daha inanıyorum…

Aşık oluyor o sıralar, dolu dolu da yaşıyor, çok sevmiş, zamanın da sevilmiştir de eminim ama bitmiş o aşk, karşı tarafın sunduğu anlam verilemeyen sebeplerden ötürü. Elinde olmadan… Çok uğraşmış geri döndürebilmek için ama bazen ne kadar çırpınırsan çırpın olmaz ya… Olmamış… Öyle bir anlatışı var ki onu bana, yüreğimi liğme liğme etse de anlattıkları kadınsı içgüdülerim ağır basıyor ara sıra… Bir üzülüyorum gözlerim doluyor, bir kızıyorum onu nasıl bu şekilde üzebilirler, nasıl “git..” diyebilirler diye, bir de kıskanıyorum birazcık… Hayatıma girmek isteyen, karşıma çıkan, yada hayatımdan gitmiş olan hiç kimse neden beni böylesine yürekten, böyle bir bağlılık ile sevmedi, neden kaybetmemek için hiç böyle çaba sarf etmedi diye… Kıskançlığım hemcinsime değil yani, karşımdaki sevginin gücüne…
Sonra buluyorum kendime sorduğum sorunun cevabını ve cebime atıyorum her zaman ki gibi, ben değişmeden değişmeyecek…

Aklımdan bunlar geçerken o devam ediyor, “O kadar çok sevdim ki, taptım ya ama göremedim kendimi ne duruma düşürdüğümü…” telefonundan bir mesaj gösteriyor o sıra, kısa bir süre beraber olduğu ve ayrıldığı başka bir hanımefendi şu sıralar başına musallat…
“şimdi şimdi görüyorum…Bende böyleymişim…” diyor…
“Aynen öyle…” diyorum, gülüyoruz… Tecrübe her şeydir…

Öyle bir şehir de, hatta öyle bir ülke de yaşıyoruz ki, “hayatımı yazsam roman olur…” lafı eminim bu ülkeden daha çok hiçbir yerde kullanılmıyordur…Bazılarımızın hayatı da böyle işte, darmadağınık, yarım yamalak…

Ne kadar öfke dolu, ne kadar incinmiş olursa olsun, yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra, inançlarını ve güven duygusunu kaybetmiş bir çocuk vardı o gece karşımda 15 yaşlarında falan öyle masum…
Bir de tüm bu yaşananlara rağmen ailesinin başında, kardeşine kol kanat germiş, dimdik ve sapasağlam duran, 35 yaşlarında koca bir adam, öyle de güçlü…
Bunları anlatırken ara sıra kaçırdığı gözleri, pembeleşen yanakları ve bir türlü dökemediği gözyaşlarıyla yüreğimi buruş buruş etti desem yeri…

İnançlarımdan çok şey değişti zaman içinde, korkularımın yersizliğini, senelerce sırtımda sürüklediğim toplumsal yüklerin gereksizliğini fark ettim… Çok ağır geldi önce, neyse ki sel gitti, kum kaldı… Kalan bir avuç kumsa, bugün görüyorum ki, aidiyet inancım ve kendime olan saygımmış…
Evdeki huzursuzluktan kaçarak anneannesinin kucağında şefkati arayan bir kız çocuğuyum ben hala… Uç düşüncelerim ve bazen esip gelen inançsızlığıma rağmen sabah ezanlarında günlerimize iyilikler yerleşsin diye dua eden 10 yaşlarında bir kız çocuğu diyelim…
Benzer hayatları karşımda gördüğümde içimi tırmalayan, onu, bu yaşadıklarının ne kadar yaraladığını bilmekti… Anlıyor olmaktı…

“Ben onlar gibi olamam, onların bize yaşattıklarını çocuklarıma yaşatamam, çünkü o çocuk sonra senin için neler hissediyor biliyorum…” dedi konuşmanın bir yerinde… Çok da güzel söyledi…

Dilerim bizden sonra ki nesil, bizim çocuklarımız bir gün dışarıdan bu tarz konular duyduklarında “inanamadım bir anne baba çocuğuna nasıl böyle şeyler yaşatır, anlayamıyorum…” diye düşünebilecek kadar sağlıklı yetişirler… En azından biz yaşayanlar onlara bunları yaşatmayacağız, eminim ve içim bir nebze olsun rahat…

Uzun zaman olmuş yazmayalı, iyi konuştuğum söylense bile sanırım kendimi en iyi yazarak ifade edebiliyorum, rahatladım…

Bana yaranı göster, Bende benimkini göstereyim,
Hangimizden daha çok kan gitti,
Ne oldu bitti önemi yok… Yaralıymışız ya, sararız…

Di(L)iyorum ki...

Eh İstanbul… Severim seni de… Hep bir “Ama” n var ne yapayım… Bazen nefret ediyorum senden, kalabalığından, sokaklarına, büyüklüğünden, insanlarına kadar… Bazen de çok seviyorum, bitip tükenmek bilmeyen enerjini, insanlarla dolup taşan sokaklarını, karman çorman bir topluluğu garip bir düzen ile içinde barındırmanı, renkliliğini..seviyorum işte…
Sensiz yapamazmışım gibi geliyor çoğu zaman ama başka bir yere gittiğimde de aslında o kadar da matah bir şey olmadığını anlıyorum… Ne garip… Sevgili gibisin… :)

Kalbin kendine göre sebepleri var mantığımın bunu anlamasını elbet beklemiyorum, yine de zor olan artık bende heyecan yaratmıyor sanırım, aksine yoruluyorum… Nereden başlasam ki acaba?

İyi hissediyorum bugünlerde… Diyete başladım, aslında pek de başlamadım kendiliğinden oldu, az yemeye, canım pis şeyleri çok çektiğinde başka şeylerle ikame etmeye çalışıyorum, eh bunları yaptıkça da 1hafta içinde yavaş yavaş daha hafif, daha enerjik hissetmeye başladım, bütün depresyonum hamburger kaynaklı mı yani? Yok canım…

Hımm… Yazmayı çok istiyorum, bir sürü şey geçiyor aklımdan, vızır vızır… Ş
uraya sırf bütün sayfa hoppidi hoppidi yazsam da ne güzel döktürdüm bugün bee diyecek bir hava var üzerimde ama ne anlatmak istediğimi bile bilmiyorum…

Gelenek? Alışkanlık, değişim, ideoloji?
Hangisinden girsem acaba?
Neşeli mi olmalı yoksa mesajı tam alna mı yapıştırmalı?

Belki de duvarlarımızdan, pencerelerden, sınırlarımızdan başlarım... Korkularımızdan, savunularımızdan, bahanelerden söz ederim... Belki de aşktan...

Bence bugün gelişi güzel yazmalı, bir tek şeye saplanmamalıyım…
Ortaya bir karışıktan gireceğim…

Bir şehri dolaşmayı öğrendim bir zaman önce. Hiç girmediğim sokaklara girmeyi, yorulmadan yokuş tırmanmayı, her çıkmaz sokakta şaşırmayı, dar sokakların masal evlerine hayran kalmayı öğrendim. Gündüz vakti tek başıma sinemaya gitmeyi, öğle vakti bir restoranda tek başıma yemek sipariş etmeyi, tek başıma bir mucizeye şaşırmayı öğrendim.
Bütün öğrendiklerimi değiştirebileceğimi, değişimin sandığım kadar acıtıcı olmayabileceğini öğrendim…
Yalnız kalmayı, kendimle vakit geçirmeyi sevdim, hatta belki topluca geçirilen vakitlerden daha çok sevdim, kendi kendimi dinlemek, yapmak istediklerimi, istemediklerimi, mutlu edenleri, etmeyenleri, silmem gerekenleri, zararı olanların, hakkı ödenmeyecek olanların farkına varmak, bambaşkaydı… Hepsini tek tek belirledim, sıraya koydum, uyguladım, uygularken üzüldüklerim oldu ama kendimle baş başa kaldığımda üzülmemin de gereksiz olduğuna karar verdim, çünkü insanlar ben karar verip uygularken, radikal değişimler yaparken şaşırıp, yorumlamaya başladıklarında kendi sesimi duymazdan gelerek sadece dışarıyı dinlediğim için üzülüyormuş gibi hissettiğimi ama aslında hiç üzülmediğimi de fark ettim…

Şimdi de karma karışık bir cümle kurduğumu ve okuduğumda hiçbir şey anlamadığımı fark ettim, yine de değiştirmeyeceğim, nasıl geldiyse öyle yazdım çünkü… Doğru söylüyorsun Ahmet Abi, ben tarzıma değil, tarzım bana hakim… Elbet Büyüyeceğim… :)

Bir de her kadının kendi şahane hikâyesini yazarken kendi içinden hep başka bir kadını doğurduğunu öğrendim... Belki de en çok buna şaşırdım...

Dişi doğmamıza, öğretilen edilgenliğimize rağmen ruhlarımızın sonunda “coğrafya”ya uyum sağlayarak giderek erkeksileşmek zorunda olduğunu kabul ettim... Pek hoş değildi… Sevmedim… Erkeklerimiz giderek feminenleşirken, kadınlarımız gittikçe erkeksileşti, erkek kadından kaçar, kadın erkek kovalar oldu, erkek kadınıyla geçirdiği geceyi ertesi gün belki sadece o da belki en yakın arkadaşına anlatıp dertleşirken yada keyiflenirken(?)
kadın çok yakın olmadıklarıyla bile geçirdiği gecenin kritiğini yapar, dalga geçer yada ballandıra ballandıra anlatır hale geldi…

Sahi ne oldu bize böyle?
Kırık dökük aşklar, biri bitip biri başlayan savaşlar sonunda mutasyona uğradı kadın... Ekonomik, sosyolojik düzen “süper kadınlar” olmamızı istedi bizden. Hem anne, hem eş, hem işçi, hem patron, hem sevgili, hem arkadaş... Yeri geldiğinde hanımefendi, yeri geldiğinde serseri, yeri geldiğinde cilveli bir kadın…v.s… Ben hepsi olamayacağımı kabul ettim artık. İçinden bazılarını seçtim...
Şimdi yine kendi başımayım, Kadıköy moda’da bütün denizi tepeden gören, küçük şeffaf çadırların yerleştirildiği, yağmurlu havalarda da üşümeden bütün manzarayı seyrederken, tüm düşüncelerinizi toplayabileceğiniz bir yer burası, bi kahve söyledim ki misler gibi kokuyor, özenle seçtiğim kalemim ve çok severek, neredeyse 10 yer dolaşarak araya, taraya bulduğum, sarımtrak sayfaları ile sanki çok eskilerden kalmış izlenimi veren, eski kokan sayfalarıyla güzelim defterim… Bilgisayar da Word’e yazmaktan daha keyifli böylesi, ne zaman buraya gelsem her şey düzeliyor sanki, denizin görüntüsü, havası öyle garip ki alıp götürüyor ne varsa, rahatlıyorum, burnumun içinde bir hava koridoru açılıyor ve şahane nefes alıyorum. Aynı koridor beynime de yöneliyor olsa gerek, bu manzaraya dalma sırasında düşünceler tıkır tıkır yerli yerine giriyor. Sanki kafamın içinde hafta sonu temizliği yapmışım gibi bir rahatlamayla eve doğru yola koyuluyorum...

Yunuslar gördüm!! Yunuslar gördüm!! 4-5 tane, sıralarını bozmadan, senkronize halde öyle güzel yüzüyorlar ki, baharın ilk günleri, sık sık görünürler artık ne güzel, belki de bi dilek dilemeliyim… Vazgeçtim dilek dilemekten, karamsarlığım ne yaptı etti buldu yine beni, iç sesimle kavga ettikçe depresyonumun hamburger ile alakalı olmadığını anlayabiliyorum… Aslında doğru söylüyor, yıllarca gözü kara dilekler yaşattık hepimiz içimizde bir yerde. Adaklar adadık, mumlar yaktık, anahtarlar aldık, fallar kapattık...
Öyle olsun, böyle olsun istedik. Çok istedik...

Dileklerimin çoğu gerçekleşip, dualarım kabul olduğunda, adaklarımı yerine getirdiğimde yaşadığım büyük sevinçleri düşünüyorum şimdi... Her bir dilek, yaşattığı kısa sevinçlerden sonra çok da üzülebileceğim başka süreçleri başlatmış aslında... İsteklerim bazen kör etmiş beni. İnatla, ısrarla üzerine gittiğim arzularım sağduyumu kaybettiğim, aklımı mantığımı tersine çevirdiğim ve böylelikle en çok kendimi kandırdığım günleri yaşatmış bana...

Dileklerimi eksik mi yoksa yanlış mı dilemişim bilmiyorum ama bedelini düşünmeden sözler vermişim Allah’a... Birden işte aniden bunu fark ettim... Ve vazgeçtim…

Bir sürü merdiven var önümde, birazdan kalkıp tam denizin dibine ineceğim, bir süre yürüdükten sonra kayalıklara oturup devam edeceğim sana yazmaya, şu dilek meselesi biraz içimi sıktı, halbuki rahatlamaya geliyorum ben buraya… Merdivenleri indim, aşağıya doğru dimdik inen bir sürü merdiven… Çimlerden sahile geçtim, yürümeye başladım. Yeniden önce nefesim sonra zihnim açıldı. Verdiğim kararı doğru buldum. Kariyer için, ev için, çocuk için, araba için, zafer ve başarı için, sınav kazanmak için, zengin olmak için, sevilmek için, onun için, bunun için... Hiç bitmez bir şey için dilek dilemek. Elbette dileklerimiz, hedeflerimiz eksik olmasın hep bir amacımız olsun… Oğlunu askerden sağ salim döndürebilmek, sevdiğini hastalıktan kurtarabilmek, borcunu alacaklıdan silebilmek, evladına hayırlı bir gelecek ummak gibi dilek ve dualarınız varsa eğer dilerim dualarınız kabul olsun...
Ama söylediğim şey bunların dışında, “daha”sı için dilek tutmak…
Anlamsız sanırım… Her neyse boşveriyorum işte…
En iyisi hakkettiğim gibi yaşayayım…

...Yeni Hayat Dediğin...

Birini anlatacağım, birilerini, dilim döndüğünce, kalemim yettiğince…

Hayatımda güzelliği değişmeyen şeylere giderek daha çok bağlanıyorum. Değişmeyen insanlara, değişmeyen değerlere, yeri değişmediği gibi kendi kalbi, hali, edası değişmeyen dostlara ve de... Olmadığına dair tüm inançlarımızı yitirmişken yeşeren dibine kadar gerçek olan aşklara…

Vefa, taşıması zor bir duygu malumunuz. Ağır bir yükü var. Herkesin harcı değil. bunu bir kez daha derinden anlamamı sağlayan dostlarıma teşekkür borçluyum… Bir de en özellerinden biri olan Neslime bu yazıyı =)

Defter arasında kuruttuğumuz yazılarımız var, birbirimize hediye ettiğimiz çocukluk resimlerimizin arkasına yazılıp verilmiş notlar… Doldurmaya ramak kalan 10 sene de paylaştığımız onca sır, üzüntü, mutluluk… Hangi birini yazsam ki buraya, zaten yazmayayım, sana özel cüzdan arası sürprizlerimde ara sıra değiniyorum şimdi konu ben yada biz değil… sen ve o yani siz… =) Ama önce senden başlayacağım…

Şu hayatın içinde, ne kadar arkadaşı olsa da, aile ne kadar kol kanat gerip korumaya çalışsa da bende yaratılan izlenim; Yalnız, özgür, güçlü, güzel... “Kimseye ihtiyacımız yok bizim, her işimizi kendimiz yaparız evelallah; kesilecek, verilecek hesabımız da yok işte bu yüzden, kaybolmayız, yıkılmayız” diyen genç bir kadın var karşımda… Hayata karşı muhteşem savunma mekanizması geliştirmiş nadir insanlardan biri o. Kendi içinde iktidar savaşına girmeyen, ikili ilişkilerde özgür ruhu tavan yaptığından tavrını en baştan koyan ve bu netlikle karşısındaki insanı ezmeden, açık ve yalın yaşayan, bakış açısıyla hayatı ve yaşanan kötü olayları bile kolayca hafifletebilen, bu dünyayı sıkıntısı ile boğmayan belki de çok nadir insanlardan… Bazen öyle güçlü, bazen öyle kırılgan… O kahkahaların, makaraların, bazen dışarıdan görünen şu genç hanımefendi hallerimize yakışmayacak kaba saba konuşmalarımızın altında yatan, zarif, narin, en ufacık yanlış bir sözün, bir davranışın yada ters bir bakışın yüreğinde mühür gibi iz bıraktığı halde o izleri muhteşem bir ustalık ile gizleyen, sırdaş, dost, arkadaş, illa aynı karında büyümene gerek olmadığına inandıranlardan… Hayatta en çok güvendiklerimden, en sağlam, en dürüstlerinden biri…

Ve şimdi onun yanında aynı kendi gibi biri daha var…

Kaybolan inançlarımızı geri getiren biri… Sağlam, dürüst, güvenilir, temiz yürekli, şu zaman da kenar da köşede kalmış bir numune olarak tanımlasam yanlış olmaz…
2 ay önce hayatımıza soktu onu, korkmadan bütün sırlarımı verebildiğim, saatlerce dertleştiğim, saatlerce dert dinlediğim, bıkmadan usanmadan laf anlatmaya çalıştığım, bazen ikna ettiğim, bazen ikna olduğum, yerine göre abi, kardeş, dost olan birini kazandırdı bize teşekkür etmeden geçemeyeceğim…

Öyle bıkmışız ki bu dünyanın sahteliğinden, doymak bilmeyen iştahından, öyle yitirmişiz ki aşk’a ve dürüst insanların da olabileceğine inancımızı, ilaç gibi geldin capri sun… Hoş geldin… :)

İşte bu iki kahramanın başlattığı güzel mi güzel, tatlı mı tatlı bir aşk yeşeriyor gözümün önünde, her anına şahit olduğum, kahramanlarından ayrı ayrı dinlediğim, yeniden varlığına inanmama sebep olan tuhaf bir şey…

Güzellikler içinde devam etsin dilerim…

Halbuki bizdik, aşk deyince, bir küçük çıtırtıda yada kabuğuna vurulunca yuvasına kaçan kaplumbağa gibi saklanan, bir hoyrat ayak sesiyle dikenlerini çıkaran kirpiye dönen…
Kim bilir hangi savaş yarasıyla hırçınlaşmıştık, göz gözü görmez meydanlardan çıkıp gelmiş savaşçıların yaraladığı yüreklerimiz her geleni o savaşçı ile kıyaslarak arkamıza bakmadan uzaklaşmamıza sebep olmuştu…

Üzerini özgürlüğümüze olan inançla, eyvallah etmez dik başlılıklarla, kavgadan kaçmayan cesaretimizle, zımbayla, çiviyle, betonla örttüğümüz o yüreklerimiz, yumuşadı sanırım bir miktar… Beş parmağını beşi de bir olamazmış gördük, her insan aynı değilmiş, tertemiz kalanlar da varmış ve onlar bizi gelip bulurlarmış öğrendik…

Aşk; Yaş ilerledikçe zorlaşıyordu.
Zorlaştıkça azalıyor.
Azaldıkça yabancılaşıyor...
Yabancılaştıkça da inancımızı azaltıyordu…
Aşk... Hepimizin içinde koskoca bi özlemdi...

Şimdi ise; Bir an için bütün bu düşüncelerden sıyrıldığımız... “Hani ya olursa” diye niyet ettiğimiz... Bir an için görmüş geçirmiş bir erdemle el uzatıp gönül vermeye koyulduğumuz bir şey halini aldı... Çok mutluyum sizin adınıza... Dilerim hiç bitmesin, dilerim hep en güzeli ne ise onu yaşayın ve dilerim sevgiye ve sevginin tüm zorlukları aşabileceğine olan inancınızı kaybetmeyin…

-biliyomusun deli gibi seviyorum onu duygu! çılgınca yanı ne bileyim bana dese ki “kaan gel” anında çıkıp gideceğim o derece…
-şimdi bir izin almam lazım senden kapo.
-nedir?
-şu anda yazdığını yazımın bitişinde kullanmak istiyorum var mı izin?
-yaaaaa duyguuuuu…
-ya lütfen kapo yaa..
–iyi tamam koy gitsin yaaa seviyorum zaten neyi esirgeyeceğim... :)
-Ha şöyle yaa aslanım benim tamam yaşasın!

Gizlediğiniz, göstermekten korktuğunuz, içinize, kendinize sakladığınız herşeye sobe! =)

Bir varmış, bir yokmuş diye başlayan masallara nispet olsun diye değiştiriyorum başlangıcını,
Bir varmış ve diliyoruz ki hep kalacakmış olarak…
Gökten üç elma düşürüyorum… İkisi size birisi de bize…
Kolay gelsin ikinizi de…
Nasıl da paylaşıyor insan isterse,
Nasıl da birmiş meğer hasretler,
Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye,
Sevmeye...Öğrenmeye...